Türkiye'de Siyasal Düşüncenin
Gelişimi Konusunda
Bir Üst Anlatı
ILHAN TEKELI
GİRİŞ
Osmanlı imparatorluğu ve Cumhuriyet dönemlerinde siyasal düşüncenin gelişimini, bir düşünce tarihi anlayışı içinde, dünyada ve Türkiye'de gelişen düşüncelerin birbirini izlemesi ve etkilemesine dayanan bir anlatı kurarak ele almak olanaklıdır. Böyle bir anlatının, olayları ve olguları doğrudan yaşayanların kendi deneyimlerini anlatabilmeleri için uygun olduğu söylenebilir. Oysa yaşanan tarihle yazılan tarih arasında uzun bir zaman aralığı varsa, toplumsal değişme ile düşünceler arasındaki etkileşimi daha açık olarak ortaya koyabilecek üst anlatılar kurmak olanaklı hale gelir.
Böyle bir üst anlatı, dünyada modernite projesinin gelişmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nu dönüştürürken parçalaması ve bunun içinden Türkiye Cumhuriyeti'nin doğması ve gelişmesini sürdürmesi olgusunu ana değişme çizgisi alarak kurulabilir. Bu tür bir üst anlatının kurulması, toplumun karşılaştığı değişme sorunsalını ve bunun siyasal düşünce üzerindeki yansımalarını daha derinden kavramaya olanak verecektir.
Modernite projesi Avrupa'nın Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkmıştır. Önemli olan onun yeri değil niteliğidir. Bu projenin içeriği onu kaçınılmaz olarak dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Eğer bu proje dünyanın başka bir yerinde de ortaya çıkmış olsaydı, aynı biçimde tüm dünyayı değiştirecek bir etki yaratacaktı.
Modernite projesi tabii ki, Aydınlanmanın bir çocuğudur. Aydınlanma ise insana ve akla güvene dayanmaktadır. Bir yandan insan aklının doğanın ve toplumsal düzenin işleyişini kavrayabileceğine ve geliştirdiği yasa ve kuralları insanların mutluluğu için kullanabileceğine, öte yandan, bir insan için iyi olanın ancak o kişi tarafından belirlenebileceğine inanılmaktadır. Bu yolla insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmakta ve insanın eline teslim edilmektedir. Modernite projesi de bu temel varsayımlar üzerinde kurulmuştur. Söz konusu modernite projesinin dört temel boyut üzerinde geliştiği söylenebilir.
Bunlardan birincisi ekonomik boyuttur. Modernleşmenin ekonomik yüzü dediğimizde, kapitalist ilişkiler içinde, fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye dayanarak üretim yapan sanayileşmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Bu toplumda ürünler metalaşmış, emek ücretli hale gelmiş, liberalist mülkiyet anlayışı kurumsallaşmıştır. Bu yolla yıkıcı bir yaratıcılığa alan açılarak teknolojik gelişmenin hızlandırılması sağlanmıştır.
İkincisi, bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşımıdır. Bu üç alanın birbirine indirgenemeyen otonom alanlar olduğu kabul edilmektedir. Toplumsal olguların doğru bir temsilinin yapılabileceğine, dolayısıyla nesnel ve evrensel geçerlilik iddiası taşıyan bir toplumbilimin kurulabileceğine inanılmaktadır. Bu durumda dil, bu bilgiyi etkilenmeden aktarabilen saydam bir aracı olarak görülmektedir. Evrensellik iddiası sadece bilim alanında değil, ahlak ve hukuk alanında da kendisini göstermektedir. Hukukun ve ahlakın yani değerler alanının da evrensellik iddiası taşıyarak kurulabileceği kabul edilmektedir.
Modernitenin üçüncü boyutunu geleneksel toplum bağlarından kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendiren bireyin doğması oluşturmaktadır. Bunlar, eğitilmiş, kapasiteleri artmış, belli bir yöreye bağlılığı azalmış, tarihsel gelişme içine kendini yerleştirebilen, yer değiştirebilen, akışkanlığı artmış bireylerdir. Geleneksel bağlılıklardan kopmuş, bireyleşmiş ve bu modern toplumun yurttaşı haline gelmişlerdir. Bu bireyler daha büyük bir toplumsal alanda eşit sayılan ve anonim ilişkiler içindeki üyeler olarak yer almaktadır. Yani yerelin ötesindeki bir kamusal alana bir yurttaşlık sorumluluğuyla katılmaktadırlar.
Dördüncü boyut ise gelişen kurumsal yapıdır. Bu tür ekonomik faaliyetler içindeki, bu tür bireylerden oluşmuş, kendi yaptıkları üzerine düşünen ve onları geliştirmeye çalışan toplum yeni bir örgütlenme biçimi ortaya koymuştur. Bu düzen, kısaca ulus-devlet olma ve demokratik süreçlere dayanma özellikleriyle özetlenebilir. Yerel bağlamdaki toplumsal ilişki biçimini aşarak, daha büyük ve yaygın bir mekânda toplum içi dayanışmanın ve anonim toplumsal ilişki kalıplarının oluşturulabilmesi için ulus kimliklerinin geliştirilmesi gerekmiştir. Kendisi için iyi olanı değerlendirebilen, eşit bireylerden meydana gelen, böyle bir toplumda yönetimin meşruiyeti de, ancak demokratik süreçlere dayanarak temellendirilebilir.
Bu projeyi geliştirebilen toplumlar, içlerinde güçlü dinamikleri barındırmaktadır. Bir yandan hızlı bir teknolojik gelişmeye ve dolayısıyla üretim artışına açıktırlar. Böyle hızla büyüme potansiyeline sahip ve kapitalist yapıdaki bir ekonomi için ulus-devletin sınırları dar gelmekte, dışa yayılma ve kendi dışındaki dünyayı dönüştürerek ekonomik denetime alma eğilimini taşımaktadır. Öte yandan bu eğilime, bilgiye ve hukuka yaklaşımındaki evrensellik iddiası da eklenince kendi dışındaki dünyayı dönüştürme potansiyeli daha da güç kazanmaktadır. Yani bu projenin gelişmiş olduğu bir ulusun ekonomisi ve hukuk anlayışı o ülke içine hapsedilememekte, yarattığı dış çelişkilerle sürekli olarak o ülke dışına yayılmaktadır.
Bu projenin doğurduğu bir ulus-devlet, taşıdığı dış çelişkinin yanı sıra, iç dinamiğini harekete geçiren bir iç çelişki taşımaktadır. O da, modernite projesinin kurumsal yapısının toplumdaki bireylerin eşitliği varsayımı üzerinden geliştirilmiş olmasına karşın, ekonomik işleyişinin bireyler arasındaki eşitsizliği sürekli artırmasından kaynaklanmaktadır. Bu da biriç çelişki yaratmaktadır. Modernitenin kendi eyleminin sonuçları üzerinde düşünme ve eleştirme niteliği bu iç çelişki ile bir araya gelince içinden sosyalist bir modernite projesinin gelişmesine neden olmuştur.
Bu nedenlerle modernite projesi, dünyanın herhangi bir noktasında, bir kez ortaya çıktı mı, tüm dünyayı dönüştürecek etkiler yaratacaktır. Bu projenin dünyayı dönüştürme biçimi, yeryüzünün değişik yörelerinde, o yerin koşullarına, olanaklarına göre farklı olarak gerçekleşecek, özgüllükler yaratacaktır. Modernite projesinin bu yerellikleri dönüştürmesi otomatik olarak kolayca gerçekleşmemektedir. Her toplum kendi düzeninden isteyerek vazgeçmemekte, kendi düzenini yeniden üretmeye çalışmakta, yani modernitenin yayılmasına karşı direnmektedir, işte modernitenin ortaya çıktığı kapitalist merkezin dışındaki çevre ülkelerinde, modernitenin etkilerine karşı direnmenin değişik biçimleri, değişik siyasal düşünceler halinde kendilerini ifade etmektedirler.
Modernitenin özelliklerini burada önerilen dört ana boyutla özetlemek kuşkusuz ancak günümüzde yapılabilen bir basitleştirmedir. Bu, sürekli gelişmelerle zaman içinde açıklık kazanmış bir projedir. Bu proje sürekli olarak kendisini yeniden üretirken, geliştirmekte, kendisini aşmakta ve yeni biçimler kazanmaktadır. Modernite projesinin sürekli olarak gelişmekte olması ona karşı gösterilen direnmenin ya da onunla ilişki kurma biçimlerinin de sürekli olarak yeniden tanımlanmasını getirmektedir. Çevre ülkelerdeki siyasal düşüncenin gelişmesinin gerisindeki dinamiğin bir yönünü de bu sürekli yeniden tanımlanma gereği oluşturmaktadır.
MODERNİTE VE SANAYİLEŞME ÖNCESİ BİR İMPARATORLUĞUN MODERNİTE PROJESİNİN ETKİSİ ALTINDA DÖNÜŞMESİ
Osmanlı İmparatorluğu modernite ve sanayileşme öncesi imparatorlukların en gelişmiş örneğidir denilebilir. Çok büyük alanlarda, farklı dinsel inanışları olan, çok sayıdaki kavmi bir düzen altında tutabilen ve bu büyük alanda kurduğu Osmanlı Barışı'nın sağladığı olanaklarla imparatorlukta yaşayanlara ek bir refah sağlayabilen bir örgütlenmesi vardır. Modernite öncesi bir imparatorluk olduğu için yönetimi meşruiyetini ilahî olandan almaktadır. Sultan ilahî olanın dünyadaki temsilcisidir. Onun düzenini dünyada gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sultanın sülalesi bu uğraşın sürekliliğini sağlayacaktır. Bu imparatorluk, sanayi devrimi öncesi koşullarda oluştuğu için örgütlenmesini ve kurumsallaşmasını o dönemin üretim, ulaşım ve haberleşme teknolojisinin sınırları içinde gerçekleştirmiştir. Sınırlı bir merkezî ordusu, askerî düzeniyle bütünleşmiş bir toprak düzeni vardır. Bu düzen içinde reaya toprağa bağlıdır. Mülkiyet düzeni sultan, tımar sahibi ve reaya arasındaki işbölümünü düzenlemektedir. Millet sistemi de değişik dinlere mensup reayanın bir çatışma içine girmeden bir arada yaşamasına olanak vermektedir.
Modernite projesinin bu nitelikteki Osmanlı imparatorluğu ile ilişkiye girmesi ve onu dönüştürürken, ulus-devletlere parçalayarak ortadan kaldırması kısa sürede, birden gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Osmanlı imparatorluğu gibi oldukça karmaşık bir sistemin dıştan gelebilecek etkilerle kolayca dönüşmesi beklenemez. Modernite projesi doğrultusunda gelişen toplumlarla ilişkilerinde, Osmanlı yönetiminin bugün bizim yapabildiğimiz gibi modernite projesinin bütününü görmesi, ortaya çıkaracağı uzun erimli sonuçları kestirerek ve değerlendirerek bir seçme yapması söz konusu değildir. Onlar ancak yaşamları içinde karşılaştıkları olaylar ve yaşadıkları başarısızlıklar sonucunda modernite projesinin sonuçlarından etkilenecek ve ona uyum sağlayacaklardır. Bu ise ancak küçük küçük değişmelerin ortaya çıkması şeklinde olacaktır. Bu değişiklikler zaman içinde birikecek, daha önemli değişiklikleri hem olanaklı hem de zorunlu kılacaktır.
İmparatorluğun, modernite projesinin Avrupa'da ortaya çıkardığı gelişmelerin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı dönemden, içinden bir ulus-devlet çıkardığı döneme kadar geçen sürede modernite projesiyle ilişkilerini kurduğu aşamalar şöyle özetlenebilir:
Birinci aşama, karşılaşılan sorunların çözümünü varolan siyasal ve sosyal sistem içinde arama dönemi olarak adlandırılabilir. Bu aşamada imparatorluk sorunlarla karşılaşmaktadır, işlerin eskisi gibi yolunda gitmediğinin farkındadır. Ama karşılaştığı modernite projesinin niteliğinin farkında değildir. Dolayısıyla, bu dönemde çözüm arayışlarını modernite projesiyle ilişkilendirme hiç akla gelmemektedir. Sorun varolan düzenin bozulmuş olmasında görülmekte ve çözüm eski düzenin ihya edilmesinde aranmaktadır. Bunun ötesinde yapılacak değişiklikler varsa o da kurulu düzenin kurumlarında yapılan bazı değişikliklerle sınırlı kalacaktır. Örneğin, eğer savaş kaybediliyorsa o halde merkezî ordunun güçlendirilmesi ve büyütülmesi sorundan kurtulmak için yeterli görülmektedir. Modernite projesi topluma henüz sızmamıştır, tamamen dıştadır. Bu çözüm belli bir süre işler gibigörünse de, sistemin kendini yeniden üretemez hale gelmesini engelleyemeyecektir. Verilen örneği izlemeyi sürdürürsek, büyüyen merkezî ordunun devletin harcamalarını artıracağını, devlet gelirlerinin yetişmeyeceğini, devletin önemli mâli sorunlarla karşı karşıya kalacağını hemen fark ederiz. Bu geçen sürede karşılaşılan çözümsüzlükler karşısında artık modernite projesini görmezden gelme olanağı kalmamıştır. Bu ise yeni bir aşamaya geçişi getirecektir.
İkinci aşamada modernite projesi yönetimin araçsal bir mantıkla yaptığı reformlara içerilmiş olarak topluma girmektedir. Bu dönemde artık modernite projesinin geliştirildiği Avrupa ülkelerinin tanınması arayışları ve bulunacak çözümlerde onlardan etkilenme başlamıştır. Bu arayışlar ve etkilenme daha çok yönetici kadrolar içinde kalmaktadır. Yönetici kadrolar bir yandan ilişki içinde oldukları dış güçlerin temsilcilerinin etkisiyle, diğer yandan karşılaştıkları sorunların baskısı altında eski kurumsal yapıları değiştiren, yerine modern kurumları getiren reformları yapmaya başlamışlardır. Bu aşamada da modernite projesi imparatorluğa salt bir siyasal düşünce olarak değil yapılan reformlara içerilmiş olarak girmektedir. Bu reformlarda bir siyasal seçme değil, sorunlara çözüm bulmaya çalışan araçsal bir mantık egemendir.
Bu aşamada, modernite projesi sosyal sistemi birinci aşamada olduğu gibi dıştan değil, tersine içine sızarak içten etkilemeye başlamıştır. Modernite projesinin bu aşamada sistemi etkilemesi üç yolla olmaktadır denilebilir. Birincisi, ekonomik kanalla, yani piyasa mekanizması yoluyla olmaktadır. Önce dış ticaret yoluyla başlayan bu etkileme daha sonra iç ticarete yayılacaktır. Bunun bir tür difüzyonist bir etkileme olduğu söylenebilir. Ticaret alanında başlayan bu gelişmeler ilk olarak mülkiyetin güvence altına alınması, daha sonra üretim üzerinde sanayi öncesi dönemden kalan denetimlerin kaldırılması vb. konulara yayılacak ve modernitenin kurumlarının çok yönlü gelişmesine neden olacaktır, ikincisi ise modernitenin gerektirdiği ekonomik ve siyasal ilişkilerin kurulabilmesi için bir önceki dönemdekinden çok fazla sayıda eğitilmiş kişi gerekmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bugereksinmeyi karşılamak için önce ülke dışına öğrenci gönderilmekte, daha sonra ülke içinde modern eğitim kurumları yaygınlaşmaya başlamaktadır. Böylece eğitim yoluyla modernite içinde gelişen bilgi, hukuk ve sanat anlayışları topluma girmeye başlamış olmaktadır. Artık geç aydınlanan ülkenin erken aydınlananları bulunmaktadır. Bu erken aydınlananlar kendilerini bir misyon içinde görmektedirler. Modernitenin yayıcı aktörleri olma işlevini yüklenmektedirler. Bu yolla, ticaret ilişkileri dışında bir başka difüzyonistsüreç işlemeye başlamaktadır. Üçüncüsü ise gerek piyasa güçlerinin, gerek geç aydınlanan ülkenin erken aydınlananlarının getirdiği kurumsal yeniden düzenlemelerin, ülkenin değişen dünyaya uyumunda yeterli olmaması üzerine, sistemin siyasal ve ekonomik bunalımlarla karşı karşıya kalması ve sistemi, bu bunalımlardan çıkmak için daha köklü yeniden düzenlemeler yapmak zorunda bırakmasıyla gerçekleşmektedir. Artık bu yeni düzenlemelere yol gösterici bir siyasal düşünce olarak modernite bulunmaktadır.
Bu aşamada gerçekleşen kurumsallaşmalarla, bireyin oluşmaya başlamış olan özel alanı güvence altına alınmıştır. Aynı zamanda da bu bireylerin bilgi edindikleri, birbirlerini etkilemeye başladıkları bir kamu alanı ortaya çıkmaya başlamıştır. Kamu alanının oluşmasında informel etkileşme kanallarının yanı sıra, gazetelerin yayımlanmasıyla daha örgütlü kanallar da etkili olmaya başlamıştır. Yöneticilerin meşruiyetini sağlamakta artık ilahî olana dayanmak tek başına yeterli olmaktan çıkmaktadır. Aynı zamanda kamu alanında da yapılan uygulamaların haklılığını, akılcılığını savunma gereği duyulmaktadır. Böyle bir kamu alanının ortaya çıkmaya başlaması, modernite projesinin çevredeki bir imparatorluğu dönüştürme sürecinde üçüncü aşamaya gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir.
Üçüncü aşama, modernite projesiyle yeni ilişki kurma biçimleri öneren, belli bir biçimde iktidar talebi içeren, bunu kamu alanını etkileyerek gerçekleştirmeye çalışan iktidar dışındaki kişi ve grupların siyasal düşünce ve hareketlerinin gelişmesidir. Ancak bu aşamada, yani bir kamu alanı oluşmasından sonra siyasal düşüncenin pratikteki etkisinden söz edilebilir. Böylece siyasal düşüncenin modernite projesinin yarattığı dönüşüm süreci içindeki yeri açıklık kazanır. Burada gelişen bir siyasal hareketin mutlaka modernite projesi paralelinde olması gerekmez. Buna karşı bir direniş projesi de olabilir. Ama her halde modernite projesine göre bir ilişki seçmesini içerecektir. Böyle bir seçimin yapılabilmesi için de toplumda modernite projesinin bütünü için bir görüşün ya da kavrayışın gelişmiş olması gerekir.
Bu aşamada ortaya çıkan siyasal düşünce için kritik olan husus, bir tür iktidar talebi içermesidir, iktidarın ilahî olana dayandığı bir toplumda bir tür iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin ya da hareketin gelişmesinin pek çok zorlukla karşılaşacağı açıktır. Toplumda modernite projesinin siyasal muhalefete tolerans anlayışının kabul edilebilmesi için modernite projesi doğrultusunda önemli ölçüde yol alınması gerekecektir. Bu nedenle, ilk gelişen siyasal düşünceler, varolan iktidarın yani sultanın meşruiyetini sorgulamaktan çok, yönetimin işleyişindeki hatalara yönelecek, taleplerinde sınırlı reformlarla yetinecek, iktidar arayışları da daha çok bürokrasinin de üst kademlerinde değişiklik sağlamaya ve bu kademelerde yer almaya yönelecektir. Bu sınırlı iktidar talebinin kamusal alanda yaratılan etkilerden de yararlanarak gerçekleştirilebileceğini varsaymaktadırlar. Ama öngörülendeğişiklikler daha kökten oldukça ve iktidar talebi daha belirgin hale geldiğinde bu siyasal düşünce oluşmuş sınırlı kamusal alanda serbestçe kendisini ifade şansı bulamayacaktır. Bu siyasal düşünce gizli kalacak, yurtdışında ya da yeraltında örgütlenerek etkili olmaya çalışacaktır, iktidar talebini gerçekleştirebilmek için siyasal darbeler ya da ayaklanmalar yoluna başvuracaktır. Bu çabalarda başarılı olunabilirse yeni bir aşamaya geçilecektir. Bu nihaî aşamaya nasıl ulaşılacağını çoğu kez uluslararası konjonktürün olanakları ya da tarihsel süreç belirleyecektir.
Dördüncü aşamada imparatorluğun parçalanarak ulus devletlere dönüşmesi gerçekleşecek, yeni iktidarın meşruiyetini ilahî olan değil, halkın demokratik seçmeleri belirleyecektir. Bu aşamada iktidarın değişmiş olması artık modernite projesinin utangaç yayılmacılığının yerini radikal bir modernite projesinin almasına neden olacaktır. Kurulan ulus-devlet içinde uluslaşma bu radikal modernite anlayışı içinde gerçekleşme sürecine girecektir. Her radikal modernite projesinin uygulanmasına bir misyon anlayışı içindeöncülük eden kadroların başarılarının nihaî sınanmasını demokratik süreçler içinde kendilerini yeniden üretmeyi gerçekleştirebilmeleri oluşturacaktır. Bu tür bir sınanma kaygısı radikal modernite projesinin popülist bir nitelik kazanmasına yol açabilecektir.
Böyle bir ulus-devlete geçiş, modernite projesinin uygulanmasından elde edilmesi beklenen sonucun niteliğinin de değişmesine neden olmaktadır, ikinci ve üçüncü aşamalarda modernite projesinden beklenen, imparatorluğun parçalanmasını engellemektir. Oysa ulus-devlet aşamasına geçildiğinde böyle bir beklentinin anlamı kalmamakta modernite projesinden beklenen, ekonomik gelişmeyi sağlamak haline gelmektedir.
Modernite projesinin bir sanayi öncesi imparatorluğunu dönüştürme sürecine ilişkin olarak geliştirilmiş bu dört aşamalı model, temelde genel bir modeldir. Bu süreç içinde gelişebilecek siyasal düşüncelerin çerçevesini ortaya koymak bir anlamda onları normalleştirmek için geliştirilmiştir. Ama Osmanlı İmparatorluğu'nun ulus-devletlere parçalanma sürecini bu dört aşamalı modele uygulamak istersek, ikinci aşama III. Selim ve II. Mahmut dönemlerine, üçüncü aşama Abdülmecit, Abdûlaziz ve II. Abdülhamit dönemlerine tekabül etmektedir. Dördüncü aşamanın ise II. Meşrutiyet ve Cumhuriyetle ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Bu aşamada Cumhuriyet sonrasından ikinci Dünya Savaşı'na kadar radikal bir modernite projesinin uygulandığı, bu projenin ikinci Dünya Savaşı sonrasında popülist bir nitelik kazandığı, 19801er sonrasında da dünyada modernite projesinin aşılmaya başlamasından etkilenerek, belli bir aşınma yaşadığı ileri sürülebilir.
MODERNITEYE KARŞI DİRENİŞ SİYASAL DÜŞÜNCEYİ HANGİ KARŞITLIKLAR İÇİNDE KENDİNE YOL BULMA DURUMUNDA BIRAKIYOR
İmparatorluk'un modernite projesi tarafından dönüştürülmesinin üçüncü aşamasında içinde belli bir iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin gelişmeye başlaması bu düşüncenin yöneldiği temel sorunsalın ne olduğunu da belirlemektedir. Bu düşünce Batı'da gelişen modernite projesiyle nasıl bir ilişki kurulacağına yanıt aramaktadır. Bu ilişkinin nasıl kurulacağı konusunda gelişen düşünceler yaşanan dönüşüm sürecinin etkisi altında gelişmektedir. Her toplumsal dönüşüm gibi, bu dönüşüm sürecinin de kazananları vekaybedenleri olmaktadır, insanların yaşanan dönüşümü nasıl kavradığı ve yorumladığı içinde yaşadığı koşullarda kazananlar ya da kaybedenler arasında bulunmasından etkilenecektir. Ama bu etkilenme çok yalın olarak salt çıkar araçsallığına indirgenerek anlaşılamaz. Bu çok yönlü, çok faktörlü karmaşık bir süreçtir.
Modernitenin yarattığı dönüşümden yararlanan kesimlerin yorumlarında, çıkar, rasyonellik, uygar dünyanın bir parçası olmak gibi kavramlarla hızlandırılan bir modernleşme arayışı ön plana geçerken, bu dönüşümden kaybedenlerin söylemlerinde, kimliğini ya da kendi özü olanı yitirmeme gibi kaygılar ön plana geçecek ve dönüşmeye karşı oluşturulması istenilen bir direnç gerekçelendirilmeye çalışılacaktır. Modernite projesiyle kurulan ilişki konusunda toplum içinde var olan bu iki karşıt eğilim birbirinden tamamen bağımsız değildir. Her biri diğerini etkilemektedir. Toplum içinde gelişen siyasal akımlar da bu iki uçtaki eğilimlerin kaygılarına bir biçimde yanıt vermek durumundadır. Bu ortamda gelişen bir siyasal akım, söyleminde hem ilerlemenin yollarının açık kaldığını hem de kültürel kimliğini korumanın yollarının bulunduğunu göstermeye çalışacaktır. Aslındamoderniteyle ilişkinin nasıl kurulacağı sorunu genellikle bu hızlı dönüşme ve kimliğini koruma karşıtlığının nasıl uzlaştırılacağı biçiminde ele alınmaktadır.
Modernitenin yayılışına ilişkin dört aşamalı modelde siyasal düşüncenin, etkili gelişiminin ancak üçüncü aşamada ortaya çıktığı hatırlanırsa artık bu aşamada modernite projesinin toptan yadsınmasını ileri sürmesinin anlamlı olmayacağı hemen görülür. Bu durumda direnişin siyasal düşüncesi, modernitenin tümden yadsınması yerine, modernitenin yayılma alanını azaltmayı ve dönüşümün hızını yavaşlatmayı gerekçelendirecektir.
Böyle bir gerekçelendirmenin gerisinde kaçınılmaz olarak toplumsal sistemlerin değişmeleri konusunda bir kuramsal anlayış bulunmaktadır. Bu türde bir kısmî direnişi gerekçelendirmeye çalışanlar, toplumsal, özellikle de kültürel gelişmelerde tarihsel sürekliliklerin ortadan kaldırılamayacağını ve kültürün değişik parçalarının birbirini etkilemeden değişebileceğini kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Öte yandan, dönüşmenin hızlandırılmasından yana olanlar sosyal değişme kuramlarında bir yapıdan diğer bir yapıya geçişin bir tarihsel zorunluluk olduğunu, bir kültürün bir bölümü değişince sistemin bütünlüğünün diğer bölümleri de dönüşmeye zorlayacağı özerinde durmaktadırlar.
Ziya Gökalp'in ünlü, kültürü medeniyet ve hars diye ikiye ayrımı böyle bir direniş ideolojisinin en yaygın bilinen örneği olmuştur. Medeniyet, başka bir deyişle teknoloji ve üretim yöntemleri, Batı'dan alınabilecektir. Ama ülkeye özgü olan hars değişmeden korunmalıdır. Bu söylem hem gelişmenin hızlandırılmasını, hem de kimliklerin korunmasını gerçekleştirmenin başarılabilir bir şey olduğu kanısını yaratmaktadır. Bu medeniyet ve hars ayrımı, bir yandan modernitenin bir toplumdaki yayılma alanlarını sınırlarken, öte yandan hars kanalıyla tarihsel sürekliliği de sağlamış olmaktadır.
Türkiye'de gelişen siyasal düşüncelerin, modernite gibi evrensellik iddiası taşıyan bir projeyle ilişkisini, Batı-Doğu karşıtlığı gibi evrenselliği daha baştan reddeden bir kavramlaştırma içinde ele alması, modernite projesi karşısındaki dirençlerin artması sonucunu doğurmuştur. Modernite projesinin evrenselliğini günümüzde görmek kolaydır. Ama modernite projesinin ilk yıllarında Doğu'da onun Batılılaşma diye algılanmasına şaşmamak gerekir. Bu normal bir durumdur. Doğu ve Batı'nın hiçbir şekilde birbirine dönüşemeyecek türdeki bir karşıtlığı yalnız Osmanlılar ve Türkler tarafında olan bir algılama değildir. Avrupa'da gelişen oryantalist bakış açısı da bu karşıtlığı pekiştirmektedir. Evrensel bir kategori olan "insan"ın yerine, onu Doğulu ve Batılı olarak ikiye ayırıp bunların birbirinden çok farklı özlere sahip olduğu kabul edildiğinde, dönüşüm için kavramsal bir engel de oluşmaktadır. Bir insanın kendisini Doğulu görmekten Batılı görmeye geçişi ile modernite öncesinden moderniteye geçişi aynı şey değildir. Her iki geçişte yaşandığı varsayılanlar çok farklıdır. Birincisinde ikincisinde olmayan bir kimlik değiştirmesi ve öz yitirmesi söz konusudur. Moderniteye geçiş içselleştirilebilmeye açıktır, yani bir kimlikyitirmesi olmadan gerçekleşebilecektir. Oysa böyle konulan bir Batı-Doğu karşıtlığı varsa Doğulu olan için Batılılaşmak hep dışta, hep yabancı kalmak olacaktır, çünkü özler farklıdır. Bu ise direnilmesi gereken bir şeydir. Böyle bir kavramlaştırmanın egemen olduğu bir toplumda bu nedenle en radikal modernizm projesini uygulayanlar bile Batı'ya rağmen Batılılaşmaktan söz etmek durumunda kalmışlardır. Onlar için de Batı iyinin kaynağı olduğu kadar, içinde kötüyü de barındırmaktadır. Bu nedenle seçmeci olmak gereği, yani bir başka türdeki direniş ortaya çıkmaktadır.
Modernitenin özellikle kültürel alanda yayılmasına karşı bir başka direnme mekanizması siyasetin düşünceler üzerinden giderek değil, simgeler, semboller üzerinden giderek yapılmasıyla yaratılmaktadır. Kutsallaştırılan töreler, dinsel inançlar vb. kültürel öğeler bir türde tabulaştırılarak dokunulmaz ve değiştirilemez kılınmaya çalışılmaktadır. Böyle, duygusallığa dayanan katı direnç mekanizmalarının yaratılması, bu alanlarda hiçbir değişme olmayacağı anlamına gelmemektedir. Toplumsal yaşam içinde bu kutsallıklar öneminizaman içinde yitirebilmektedir. Ama bu kutsallaştırılanların düşünce akımları tarafından kamu alanında eleştirilmesi zorlaşmaktadır. Bu nedenle, kutsalın aşınması kamu alanında değil, özel alanda için için olmakta, beklenmedik bir anda ortaya çıkmaktadır.
Türkiye'de siyasal düşüncenin sürekli olarak içinde kaldığı bir başka karşıtlık, modernite düşüncesinin, insanlar için iyi olanın ancak o kişilerce belirleneceğine ilişkin inancıyla, bu düşünceyle aydınlanmış olanların düşüncelerini uygulamak için kendi başlarına inisiyatif alma zorunluluğunu duymaları arasında, ortaya çıkmaktadır. Toplumdaki aydınlar modernite projesini uygulamak için kitlenin desteğinin varlığını ya da yokluğunu dikkate almadan bir atılım yaparlarsa, pratikte uygulanan ile düşüncede inanılan arasındaki açığın nasıl kapatılacağı sorulması kaçınılmaz bir soru olmaktadır. Her toplumda toplumun ortalamasından ayrılan bir elit grup bulunmaktadır. Ama burada sözü edilen ayrım bunun ötesindeki bir farklılıktan kaynaklanmaktadır. Geç aydınlanan bir ülkenin erken aydınlananları kendilerini ilginç bir ahlakî açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Aydınlanmanın onları evrensel doğrulara ulaştırdığına inanmaktadırlar. Böyle aydınlanmış bir grup birdenbire kendisini bir misyonla yükümlenmiş olarak bulmaktadır. Ya bilgileri doğrultusunda toplumu dönüştürmeye çalışarak, sahip olduklarını düşündükleri misyonu yerine getirmeye çalışacak ve bu halde insanların kendileri için iyi olanı ancak kendilerinin belirlemesi inancıyla çelişecektir ya da zaman içinde toplumda olacak gelişmeleri bekleyerek, kendi misyonlarını görmezden gelecektir. O halde de kendilerini toplumun sorunlarına duyarsız kalmakla suçlayacaklardır. Kuşkusuz, bu zor bir durumdur, izlenen yol genellikle misyonu yerine getirmek olmaktadır. Ama bu misyonu yerine getirenler sürekli olarak kendilerine olan halk desteği konusunda kaygılı olacaktır. O da bir tür popülizm eğilimi halinde ortaya çıkacaktır.
Modernite projesini uygulayanların kitleye ulaşmasında önemli güçlükler bulunmaktadır. Bu güçlük salt modernite projesinin ekonominin kapitalist işleyişini öngörmesi ve toplumda eşitsizliği artırmasıyla da açıklanamaz. Nitekim, Türkiye'de modernite projesinin içinden çıkan sermaye sahipleriyle emekçiler arasındaki çelişkiyi temel alan sosyalist modernite projesi de halka ulaşmakla büyük ölçüde güçlükle karşılaşmıştır. Bu da halka ulaşamamasında salt araçsal boyutta açıklanamayacak nedenler bulunduğunu göstermektedir.
Bu ikilemden kaçınmanın bir yolunun ise dönüşümü olabildiğince hızlandırmak, öncülerle kitle arasındaki açığı hızla kapatmaya çalışmak olduğu açıktır. Ama bunun ötesindeki öznel nedenlerin de ihmal edilmemesi gerektiğini akıldan çıkarmamak gerekir.
SİYASAL DÜŞÜNCENİN BAŞARI ÖLÇÜTLERİ VE KAPSAYACAĞI
ALAN NASIL BELİRLENMEKTEDİR ?
Buraya kadar üzerinde durduğumuz, temel bir dönüşümün yaşanmakta olduğu bir ortamda gelişen ve yine üzerinde durulan karşıtlıklar arasında kendisine bir yol bulmaya çalışan siyasal düşünceler belli konularda seçmeler yapmak durumunda kalmaktadır. Bu, çok geniş bir alanda yapılan seçmeleri içerecektir. Bu alan, iktidarın meşruiyetinin nasıl temellendirileceğinden, dinsel ya da ilahî olanın sınırlarının nasıl yeniden belirleneceğine, bireyin özgürlüğünün nasıl tanımlanacağına, bireyin özel alanının nasıl güven altına alınacağına, kendisini ekonomik ve siyasal olarak yeniden üretmesini sağlayacak yeni kurumsallaşma önerilerinin ne olacağına, gelişme ve ilerlemeden ne anlaşıldığına kadar pek çok alanı kapsayacaktır. Bu tür çok önemli yapısal bir dönüşüm konusundaki siyasal politikalar sistemi hızlı olarak dönüştüremiyorsa, tüm ülkeyi ve ulusu saramıyorsa, bu geniş alandaki politik seçmeler sürekli olarak gündemde kalacak ve tartışma konusu olmayı sürdürecektir.
Her siyasal düşüncenin nihaî hedefi uygulamada başarılı olmak ve bu düşüncelerin yaşama geçirilmesini sağlamaktır. O zaman başarılı olmasının ilk koşulu, bu düşünceyi geliştiren ve benimseyen kadroların iktidar olabilmesi, ikinci koşulu ise iktidarda bulunduğu sırada kendisini ekonomik ve siyasal olarak yeniden üretebilmeyi başarması, toplumun dönüşmüş kesiminin büyüklüğünü sürekli olarak artırabilmesidir.
Siyasal düşüncenin niteliğine göre başarının farklı bir biçimde tanımlanmasının olanaklı olduğu da söylenebilir. Bir siyasal düşünce dönüşmeye karşı bir direnç düşüncesi olarak geliştiyse, iktidar olmadan kendi mantığı içinde dönüşmeyi geciktirerek de belli bir işlev görebilir. Bu halde kendi amaçları doğrultusunda bir başarı göstermiş, direnç üretmiş olur.
Türkiye'de güncel siyasal akımların özelliği, kendileri konumunu gelecekteki projeleri üzerine kurmaktan çok Türkiye'deki modernleşme deneyiminin eleştirilmesine dayandırmasından kaynaklanmaktadır. Geçmişe ilişkin bu değerlendirmeler, kişinin modernite projesi konusundaki başlangıçtaki tutumuna, kendisini o toplumun bir aktörü olarak ya da dıştan gözleyicisi olarak görmesine, toplumların ilerlemesine ve demokratikliğine farklı olumluluklar yüklemesine göre farklılaşmaktadır.
Birinci tür değerlendirmeler modernleşme projesini hiç sorgulamayan, toplum üstü nesnel bir değerlendirme yapmaya çalışan, toplumların modernleşme çizgisinde ilerlemesine çok ağırlık veren bir yaklaşım içinde olanlar tarafından yapılmaktadır. Bu durumda, değerlendirici ilgisini hemen hemen sadece modernleşme açığının büyüklüğü üzerinde toplamaktadır: Bu açığı kapamada, modernleşme projesi yaşama geçirilebildiği ölçüde başarılı olunacaktır. Bu bakış açısına göre demokratik toplum modernleşmenin sonunda ulaşılacak bir hedeftir. Geleneksel toplumdaki kişilerin geçmişin bağlarından koparılarak birey-yurttaş olmaları gerçekleştikten sonra demokrasiye geçiş için koşullar hazır olacaktır. Piyasa güçleri bu geleneksel bağları koparamıyorsa, bir süre için bu kopuşu sağlayacak baskıcı pratikler meşru görülebilecektir. Türkiye siyasetinde Tek Parti dönemininCHP'sinin böyle bir çizgiyi temsil ettiği söylenebilir. Çok partili yaşama geçtikten sonra gelişen partiler genellikle böyle bir değerlendirme çizgisine uzak kalmışlardır. Son yıllarda Atatürkçü Düşünce Derneği içinde bu tür bir yaklaşımın yeniden üretildiği söylenebilir.
İkinci tür değerlendirmeleri yapanlar da modernite projesinin öngördüğü toplumsal düzeni ya da yaşantı biçimini sorgulamazlar. Kendilerini bu dönüşümü gerçekleştiren toplumun dışında tutarak, yaşanan dönüşümün araçlarını modernitenin bir değeri olan demokratiklik açısından sorgularlar. Eğer piyasa güçleri kişileri geçmişteki toplumsal bağlarından koparıyorsa, buna paralel olarak toplumda kişilerin istekleriyle demokratik süreçler içinde bir değişme ortaya çıkıyorsa, bu iyi bir şeydir. Ama bu değişmeyi elitlerin tepedenci yaklaşımlarıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlarsa bu, demokratik meşruiyetin sınırlarının dışına çıkılması olarak değerlendirilecektir. Modernleşme açığı onların temel ilgi alanları değildir. Ya kendiliğinden olan modernleşmenin uzun erimde daha hızlı ve sağlıklı olacağına inanırlar ya da modernleşme açığının kapatılmasının hızlandırılması onları ancak zorlayıcı olmamak koşuluyla ilgilendirir, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Demokrat Parti'nin bu çizgiyi izlediği söylenebilir. Daha sonraki yıllarda ortanın sağı çizgisini izleyen partilerin de bu çizgide kaldığı söylenebilir. Son yıllarda gelişen İkinci Cumhuriyetçi akımın bu çizgideki bir eleştiriyi güçlü olarak vurguladığı görülmektedir.
Bu tür kendiliğinden gerçekleşecek bir modernleşmeye razı olmanın bir başka biçimiyse tarihsel olmayı yüceltmek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısında, toplumun elitleri toplum dışında varsayılarak bir değerlendirme yapılmaktadır. Bu elitlere modernleşme yoluyla değişmeyi zorlayıcı, dolayısıyla toplumun tarihselliğini yok edici aktörler olarakbakılmaktadır. Bu bakış açısına göre, en sağlıklı gelişme toplumların kendiliğinden evrimsel gelişmeleridir. Bu evrimsel çizgiyi zorlamak tarihsel olanı dışlamak olarak görülmektedir. Tarihte özne olmak hakkı sadece kitlelere tanınmakta, bunun dışındaki elitler meşruiyet dışı bırakılmaktadır. Türkiye'de muhafazakâr popülist akımların içinde böyle bir damar gözlenmektedir.
Üçüncü tür değerlendirmeler gerçekte modernleşmeyi yadsıyan, geçmişin yaşam biçimini savunan ve modernleşmenin sonunda ortaya çıkan yaşam biçimini eski dönemin değerleri açısından eleştirmeye çalışan yaklaşımlardır. Bunlar genel olarak toplumun dışına çıkan kişinin değil, onun içinde kalanın değerlendirilmesidir. Pozitivist bir bilgi anlayışını da benimsemedikleri için kendilerini toplumun dışında tutamazlar. Değerlendirmeleri de, nesnel olduğu iddia edilen bilgiye dayanmayıp geçerliliği öznellikler arası olmayla kurulmuş bilgilere dayandığı için, kınama ya da gülünçleştirme eksenine oturacaktır. Bu bakış açısı çoğu kez desteğini öznellikler arası temelde değişmez olduğu iddia edilen dinî bilgiden, kutsal olandan almaya çalıştığı için, buna uyumsuzluk konusunda yapılan değerlendirme bir kınama niteliği kazanmakta, bu yolla geçmişin yaşam biçimine dönüş için toplumda bir cemaat baskısı ya da çoğunluk baskısı yaratmaya dönük olmaktadır. Türkiye'deki hem dinci hem de milliyetçi muhafazakâr çizgideki akımlar bu türde bir eleştiriden yola çıkmaktadırlar.
Gerçekte modernleşmenin maddi alanda sağladığı Başarı karşısında, bu üçüncü tür değerlendirmenin ya da eleştirinin saf biçimiyle ileri sürülmesi olanağı bulunamaz. Savunulan geçmişin yapısının bu başarıyı gösteremediği açık hale gelmiştir. Bu durumda bu eleştiri, modernleşmenin ekonomik sisteme, doğa bilimlerine, teknolojiye ilişkin değerleri kabul edilerek diğer öğelerinin yadsınması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Modernleşmenin teknik ve ekonomik yönünün toplumun geleneksel yapısı içinde başarıyla çalışabileceği varsayılmakta, bu yolla toplumun kimliğinin korunacağı savunulmaktadır. Bu tür bir bakış açısının savunduğu geleneksel değerler içinde demokrasi yoktur. Demokrasi sadece toplumda sesini duyurabilmeyi ve iktidara gelebilmeyi sağlayan bir araç olarak değer kazanmaktadır. Bu, savunmada olan bir değerlendirme çizgisidir, içeriğini modernleşmenin başarı düzeyi belirlemektedir. Modernleşme başarılı oldukça savunucu çizgi geriye çekilmektedir. Erbakan'ın kurduğu Millî Nizam Partisi, Millî Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi'nin böyle bir çizgi izlediği söylenebilir.
Dördüncü değerlendirme çizgisi de modernleşme projesini yadsıma üzerine kurmuştur. Bu yadsıma üçüncü türdeki değerlendirme çizgisinden farklı bir yönde gelişmektedir. Geçmişe özlem duyulan bir yadsıma değil, modernizmin ötesine geçen, bir anlamda modernite projesiyle yetinmeyen bir eleştiridir. Postmodernizm böyle bir eleştiri getirmektedir. Aydınlanma'nın akılcılığı insanlığı dinî dogmaların baskısından kurtarmıştı ama daha sonra araçsallaştırılan akılcılık dünyayı büyük ölçüde varolan sisteme hapseder hale getirmişti. Dünyayı modernitenin araçsal rasyonelliğinden kurtararak insanlığın yeniden özgürleştirilmesi amaçlanmaktadır.
Bu ise bilim anlayışında eleştirel gerçekçiliğe geçişi gerektirmekte, değişebilecek olanın değişmez olarak gösterilmesini olanaksız hale getirmektedir. Daha çok sosyalist gelenekten gelenlerin izleyebileceği bir çıkış noktası olabilecek bu eleştirel konumun potansiyelinin Türkiye'de henüz yeterince kullanılmadığı söylenebilir. Türkiye'de varolan sosyalist ve sosyal demokrat partiler böyle bir çizgiden oldukça uzaktır.
SON VERİRKEN
Bu yazıda yapıldığı gibi Türkiye'deki siyasal düşüncenin gelişimi için bir üst anlatı kurulmasına çalışılmasının işlevinin ne olduğu sorulabilir. Bu soruya birbirini tamamlayıcı iki yanıt verilebilir. Bunlardan öncelikle belirtilmesi gereken, böyle bir üst anlatının ayrıntılı bir düşünce tarihini gereksiz kılmaya çalışmadığı, tersine onu tamamlamaya çalıştığıdır. Böyle bir yaklaşım ayrıntılı ve belli bir yere özgü düşünce tarihinin tarihsel bağlamına oturtulmasında önemli bir zenginlik sağlayacaktır.Bu yolla tarihsel bağlama oturtulmasında doğrusal ve homojen olarak akıp giden bir zamanı temsil eden kronolojinin ötesine geçilmektedir. Tarihin akışını niteliksel sıçramalar haline getirmekte ve yerel tarih böyle bir tarih akışı içine oturtulduğunda tarihsel bağlama oturtmanın sağlayabileceği açıklayıcılıklar artmaktadır, ikinci olarak böyle bir üst anlatının biranlamda, tarih metodolojisi içinde önemli bir yeri olan karşılaştırmalı tarih analizlerini ikame etme işlevi gördüğü de söylenebilir. Böyle bir anlatı, bir ülkede, belli bir dönemde ortaya çıkan bir siyasal düşünceyi ya da hareketi bir tür normalleştirme işlevi görmektedir. Tarihe yaklaşımı yargılama amaçlı olmadan uzaklaştırmaktadır. Hatta yargılayanı yargılama konusu haline getirebilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder