30 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye'de Siyasal Düşünce - Prof.Dr.İlhan Tekeli (Makale)

Türkiye'de Siyasal Düşüncenin
Gelişimi Konusunda
Bir Üst Anlatı
ILHAN   TEKELI


GİRİŞ

Osmanlı imparatorluğu ve Cumhuriyet dönemlerinde siyasal düşüncenin gelişi­mini, bir düşünce tarihi anlayışı içinde, dünyada ve Türkiye'de gelişen düşünce­lerin birbirini izlemesi ve etkilemesine dayanan bir anlatı kurarak ele almak ola­naklıdır. Böyle bir anlatının, olayları ve olguları doğrudan yaşayanların kendi de­neyimlerini anlatabilmeleri için uygun ol­duğu söylenebilir. Oysa yaşanan tarihle yazılan tarih arasında uzun bir zaman aralığı varsa, toplumsal değişme ile dü­şünceler arasındaki etkileşimi daha açık olarak ortaya koyabilecek üst anlatılar kurmak olanaklı hale gelir.
Böyle bir üst anlatı, dünyada modernite projesinin gelişmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nu dönüştürürken parçalaması ve bunun içinden Türkiye Cumhuriyeti'nin doğması ve gelişmesini sürdürmesi olgu­sunu ana değişme çizgisi alarak kurulabi­lir. Bu tür bir üst anlatının kurulması, toplumun karşılaştığı değişme sorunsalı­nı ve bunun siyasal düşünce üzerindeki yansımalarını daha derinden kavramaya olanak verecektir.
Modernite projesi Avrupa'nın Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkmıştır. Önemli olan onun yeri değil niteliğidir. Bu projenin içeriği onu kaçınılmaz olarak dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Eğer bu proje dünyanın başka bir yerinde de ortaya çıkmış olsaydı, aynı biçimde tüm dünyayı değiştirecek bir etki yarata­caktı.
Modernite projesi tabii ki, Aydınlanmanın bir çocuğudur. Aydınlanma ise in­sana ve akla güvene dayanmaktadır. Bir yandan insan aklının doğanın ve toplum­sal düzenin işleyişini kavrayabileceğine ve geliştirdiği yasa ve kuralları insanların mutluluğu için kullanabileceğine, öte yandan, bir insan için iyi olanın ancak o kişi tarafından belirlenebileceğine inanıl­maktadır. Bu yolla insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmakta ve insanın eline teslim edilmektedir. Modernite projesi de bu temel varsayımlar üzerinde kurulmuş­tur. Söz konusu modernite projesinin dört temel boyut üzerinde geliştiği söylenebilir.
Bunlardan birincisi ekonomik boyuttur. Modernleşmenin ekonomik yüzü dediği­mizde, kapitalist ilişkiler içinde, fosil ya­kıtlardan elde edilen enerjiye dayanarak üretim yapan sanayileşmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Bu toplumda ürünler metalaşmış, emek ücretli hale gelmiş, liberalist mülkiyet anlayışı kurumsallaşmıştır. Bu yolla yıkıcı bir yaratıcılığa alan açılarak teknolojik gelişmenin hızlandırılması sağlanmıştır.
İkincisi, bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşı­mıdır. Bu üç alanın birbirine indirgenemeyen otonom alanlar olduğu kabul edilmektedir. Toplumsal olguların doğru bir temsilinin yapılabileceğine, dolayısıyla nesnel ve evrensel geçerlilik iddiası taşı­yan bir toplumbilimin kurulabileceğine inanılmaktadır. Bu durumda dil, bu bilgi­yi etkilenmeden aktarabilen saydam bir aracı olarak görülmektedir. Evrensellik iddiası sadece bilim alanında değil, ahlak ve hukuk alanında da kendisini göster­mektedir. Hukukun ve ahlakın yani de­ğerler alanının da evrensellik iddiası taşıyarak kurulabileceği kabul edilmektedir.
Modernitenin üçüncü boyutunu gele­neksel toplum bağlarından kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendiren bireyin doğması oluşturmaktadır. Bunlar, eğitil­miş, kapasiteleri artmış, belli bir yöreye bağlılığı azalmış, tarihsel gelişme içine kendini yerleştirebilen, yer değiştirebilen, akışkanlığı artmış bireylerdir. Geleneksel bağlılıklardan kopmuş, bireyleşmiş ve bu modern toplumun yurttaşı haline gelmiş­lerdir. Bu bireyler daha büyük bir top­lumsal alanda eşit sayılan ve anonim iliş­kiler içindeki üyeler olarak yer almakta­dır. Yani yerelin ötesindeki bir kamusal alana bir yurttaşlık sorumluluğuyla katıl­maktadırlar.
Dördüncü boyut ise gelişen kurumsal yapıdır. Bu tür ekonomik faaliyetler için­deki, bu tür bireylerden oluşmuş, kendi yaptıkları üzerine düşünen ve onları ge­liştirmeye çalışan toplum yeni bir örgüt­lenme biçimi ortaya koymuştur. Bu dü­zen, kısaca ulus-devlet olma ve demokra­tik süreçlere dayanma özellikleriyle özet­lenebilir. Yerel bağlamdaki toplumsal iliş­ki biçimini aşarak, daha büyük ve yaygın bir mekânda toplum içi dayanışmanın ve anonim toplumsal ilişki kalıplarının oluş­turulabilmesi için ulus kimliklerinin ge­liştirilmesi gerekmiştir. Kendisi için iyi olanı değerlendirebilen, eşit bireylerden meydana gelen, böyle bir toplumda yönetimin meşruiyeti de, ancak demokratik süreçlere dayanarak temellendirilebilir.
Bu projeyi geliştirebilen toplumlar, iç­lerinde güçlü dinamikleri barındırmakta­dır. Bir yandan hızlı bir teknolojik geliş­meye ve dolayısıyla üretim artışına açık­tırlar. Böyle hızla büyüme potansiyeline sahip ve kapitalist yapıdaki bir ekonomi için ulus-devletin sınırları dar gelmekte, dışa yayılma ve kendi dışındaki dünyayı dönüştürerek ekonomik denetime alma eğilimini taşımaktadır. Öte yandan bu eğilime, bilgiye ve hukuka yaklaşımında­ki evrensellik iddiası da eklenince kendi dışındaki dünyayı dönüştürme potansi­yeli daha da güç kazanmaktadır. Yani bu projenin gelişmiş olduğu bir ulusun eko­nomisi ve hukuk anlayışı o ülke içine hapsedilememekte, yarattığı dış çelişki­lerle sürekli olarak o ülke dışına yayıl­maktadır.
Bu projenin doğurduğu bir ulus-devlet, taşıdığı dış çelişkinin yanı sıra, iç dinami­ğini harekete geçiren bir iç çelişki taşı­maktadır. O da, modernite projesinin ku­rumsal yapısının toplumdaki bireylerin eşitliği varsayımı üzerinden geliştirilmiş olmasına karşın, ekonomik işleyişinin bireyler arasındaki eşitsizliği sürekli artır­masından kaynaklanmaktadır. Bu da biriç çelişki yaratmaktadır. Modernitenin kendi eyleminin sonuçları üzerinde düşünme ve eleştirme niteliği bu iç çelişki ile bir araya gelince içinden sosyalist bir modernite projesinin gelişmesine neden olmuştur.
Bu nedenlerle modernite projesi, dün­yanın herhangi bir noktasında, bir kez or­taya çıktı mı, tüm dünyayı dönüştürecek etkiler yaratacaktır. Bu projenin dünyayı dönüştürme biçimi, yeryüzünün değişik yörelerinde, o yerin koşullarına, olanakla­rına göre farklı olarak gerçekleşecek, öz­güllükler yaratacaktır. Modernite projesi­nin bu yerellikleri dönüştürmesi otomatik olarak kolayca gerçekleşmemektedir. Her toplum kendi düzeninden isteyerek vazgeçmemekte, kendi düzenini yeniden üretmeye çalışmakta, yani modernitenin yayılmasına karşı direnmektedir, işte mo­dernitenin ortaya çıktığı kapitalist merke­zin dışındaki çevre ülkelerinde, moderni­tenin etkilerine karşı direnmenin değişik biçimleri, değişik siyasal düşünceler ha­linde kendilerini ifade etmektedirler.
Modernitenin özelliklerini burada öne­rilen dört ana boyutla özetlemek kuşku­suz ancak günümüzde yapılabilen bir ba­sitleştirmedir. Bu, sürekli gelişmelerle za­man içinde açıklık kazanmış bir projedir. Bu proje sürekli olarak kendisini yeniden üretirken, geliştirmekte, kendisini aşmak­ta ve yeni biçimler kazanmaktadır. Modernite projesinin sürekli olarak gelişmek­te olması ona karşı gösterilen direnmenin ya da onunla ilişki kurma biçimlerinin de sürekli olarak yeniden tanımlanmasını ge­tirmektedir. Çevre ülkelerdeki siyasal dü­şüncenin gelişmesinin gerisindeki dinamiğin bir yönünü de bu sürekli yeniden ta­nımlanma gereği oluşturmaktadır.

MODERNİTE VE SANAYİLEŞME ÖNCESİ BİR İMPARATORLUĞUN MODERNİTE PROJESİNİN ETKİSİ ALTINDA DÖNÜŞMESİ
Osmanlı İmparatorluğu modernite ve sa­nayileşme öncesi imparatorlukların en gelişmiş örneğidir denilebilir. Çok büyük alanlarda, farklı dinsel inanışları olan, çok sayıdaki kavmi bir düzen altında tu­tabilen ve bu büyük alanda kurduğu Os­manlı Barışı'nın sağladığı olanaklarla imparatorlukta yaşayanlara ek bir refah sağ­layabilen bir örgütlenmesi vardır. Moder­nite öncesi bir imparatorluk olduğu için yönetimi meşruiyetini ilahî olandan almaktadır. Sultan ilahî olanın dünyadaki temsilcisidir. Onun düzenini dünyada gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sultanın sülalesi bu uğraşın sürekliliğini sağlayacaktır. Bu imparatorluk, sanayi devrimi öncesi koşullarda oluştuğu için örgütlen­mesini ve kurumsallaşmasını o dönemin üretim, ulaşım ve haberleşme teknolojisi­nin sınırları içinde gerçekleştirmiştir. Sı­nırlı bir merkezî ordusu, askerî düzeniyle bütünleşmiş bir toprak düzeni vardır. Bu düzen içinde reaya toprağa bağlıdır. Mül­kiyet düzeni sultan, tımar sahibi ve reaya arasındaki işbölümünü düzenlemektedir. Millet sistemi de değişik dinlere mensup reayanın bir çatışma içine girmeden bir arada yaşamasına olanak vermektedir.
Modernite projesinin bu nitelikteki Os­manlı imparatorluğu ile ilişkiye girmesi ve onu dönüştürürken, ulus-devletlere parçalayarak ortadan kaldırması kısa sü­rede, birden gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Osmanlı imparatorluğu gibi ol­dukça karmaşık bir sistemin dıştan gele­bilecek etkilerle kolayca dönüşmesi bek­lenemez. Modernite projesi doğrultusun­da gelişen toplumlarla ilişkilerinde, Os­manlı yönetiminin bugün bizim yapabildiğimiz gibi modernite projesinin bütü­nünü görmesi, ortaya çıkaracağı uzun erimli sonuçları kestirerek ve değerlendi­rerek bir seçme yapması söz konusu de­ğildir. Onlar ancak yaşamları içinde karşı­laştıkları olaylar ve yaşadıkları başarısız­lıklar sonucunda modernite projesinin sonuçlarından etkilenecek ve ona uyum sağlayacaklardır. Bu ise ancak küçük küçük değişmelerin ortaya çıkması şeklinde ola­caktır. Bu değişiklikler zaman içinde biri­kecek, daha önemli değişiklikleri hem olanaklı hem de zorunlu kılacaktır.
İmparatorluğun, modernite projesinin Avrupa'da ortaya çıkardığı gelişmelerin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı dönem­den, içinden bir ulus-devlet çıkardığı dö­neme kadar geçen sürede modernite pro­jesiyle ilişkilerini kurduğu aşamalar şöyle özetlenebilir:
Birinci aşama, karşılaşılan sorunların çözümünü varolan siyasal ve sosyal sis­tem içinde arama dönemi olarak adlandırılabilir. Bu aşamada imparatorluk sorun­larla karşılaşmaktadır, işlerin eskisi gibi yolunda gitmediğinin farkındadır. Ama karşılaştığı modernite projesinin niteliği­nin farkında değildir. Dolayısıyla, bu dö­nemde çözüm arayışlarını modernite pro­jesiyle ilişkilendirme hiç akla gelmemek­tedir. Sorun varolan düzenin bozulmuş olmasında görülmekte ve çözüm eski dü­zenin ihya edilmesinde aranmaktadır. Bu­nun ötesinde yapılacak değişiklikler varsa o da kurulu düzenin kurumlarında yapı­lan bazı değişikliklerle sınırlı kalacaktır. Örneğin, eğer savaş kaybediliyorsa o hal­de merkezî ordunun güçlendirilmesi ve büyütülmesi sorundan kurtulmak için yeterli görülmektedir. Modernite projesi topluma henüz sızmamıştır, tamamen dıştadır. Bu çözüm belli bir süre işler gibigörünse de, sistemin kendini yeniden üretemez hale gelmesini engelleyemeye­cektir. Verilen örneği izlemeyi sürdürür­sek, büyüyen merkezî ordunun devletin harcamalarını artıracağını, devlet gelirle­rinin yetişmeyeceğini, devletin önemli mâli sorunlarla karşı karşıya kalacağını hemen fark ederiz. Bu geçen sürede karşı­laşılan çözümsüzlükler karşısında artık modernite projesini görmezden gelme olanağı kalmamıştır. Bu ise yeni bir aşa­maya geçişi getirecektir.
İkinci aşamada modernite projesi yö­netimin araçsal bir mantıkla yaptığı re­formlara içerilmiş olarak topluma gir­mektedir. Bu dönemde artık modernite projesinin geliştirildiği Avrupa ülkeleri­nin tanınması arayışları ve bulunacak çö­zümlerde onlardan etkilenme başlamıştır. Bu arayışlar ve etkilenme daha çok yöne­tici kadrolar içinde kalmaktadır. Yönetici kadrolar bir yandan ilişki içinde oldukları dış güçlerin temsilcilerinin etkisiyle, di­ğer yandan karşılaştıkları sorunların bas­kısı altında eski kurumsal yapıları değiş­tiren, yerine modern kurumları getiren reformları yapmaya başlamışlardır. Bu aşamada da modernite projesi imparatorluğa salt bir siyasal düşünce olarak değil yapılan reformlara içerilmiş olarak gir­mektedir. Bu reformlarda bir siyasal seç­me değil, sorunlara çözüm bulmaya çalı­şan araçsal bir mantık egemendir.
Bu aşamada, modernite projesi sosyal sistemi birinci aşamada olduğu gibi dış­tan değil, tersine içine sızarak içten etki­lemeye başlamıştır. Modernite projesinin bu aşamada sistemi etkilemesi üç yolla olmaktadır denilebilir. Birincisi, ekono­mik kanalla, yani piyasa mekanizması yo­luyla olmaktadır. Önce dış ticaret yoluyla başlayan bu etkileme daha sonra iç ticare­te yayılacaktır. Bunun bir tür difüzyonist bir etkileme olduğu söylenebilir. Ticaret alanında başlayan bu gelişmeler ilk olarak mülkiyetin güvence altına alınması, daha sonra üretim üzerinde sanayi öncesi dö­nemden kalan denetimlerin kaldırılması vb. konulara yayılacak ve modernitenin kurumlarının çok yönlü gelişmesine ne­den olacaktır, ikincisi ise modernitenin gerektirdiği ekonomik ve siyasal ilişkile­rin kurulabilmesi için bir önceki dönemdekinden çok fazla sayıda eğitilmiş kişi gerekmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bugereksinmeyi karşılamak için önce ülke dışına öğrenci gönderilmekte, daha sonra ülke içinde modern eğitim kurumları yaygınlaşmaya başlamaktadır. Böylece eğitim yoluyla modernite içinde gelişen bilgi, hukuk ve sanat anlayışları topluma girmeye başlamış olmaktadır. Artık geç aydınlanan ülkenin erken aydınlananları bulunmaktadır. Bu erken aydınlananlar kendilerini bir misyon içinde görmekte­dirler. Modernitenin yayıcı aktörleri olma işlevini yüklenmektedirler. Bu yolla, tica­ret ilişkileri dışında bir başka difüzyonistsüreç işlemeye başlamaktadır. Üçüncüsü ise gerek piyasa güçlerinin, gerek geç ay­dınlanan ülkenin erken aydınlananlarının getirdiği kurumsal yeniden düzenlemele­rin, ülkenin değişen dünyaya uyumunda yeterli olmaması üzerine, sistemin siyasal ve ekonomik bunalımlarla karşı karşıya kalması ve sistemi, bu bunalımlardan çık­mak için daha köklü yeniden düzenleme­ler yapmak zorunda bırakmasıyla gerçek­leşmektedir. Artık bu yeni düzenlemelere yol gösterici bir siyasal düşünce olarak modernite bulunmaktadır.
Bu aşamada gerçekleşen kurumsallaş­malarla, bireyin oluşmaya başlamış olan özel alanı güvence altına alınmıştır. Aynı zamanda da bu bireylerin bilgi edindikle­ri, birbirlerini etkilemeye başladıkları bir kamu alanı ortaya çıkmaya başlamıştır. Kamu alanının oluşmasında informel et­kileşme kanallarının yanı sıra, gazetelerin yayımlanmasıyla daha örgütlü kanallar da etkili olmaya başlamıştır. Yöneticilerin meşruiyetini sağlamakta artık ilahî olana dayanmak tek başına yeterli olmaktan çıkmaktadır. Aynı zamanda kamu alanında da yapılan uygulamaların haklılığını, akılcılığını savunma gereği duyulmakta­dır. Böyle bir kamu alanının ortaya çık­maya başlaması, modernite projesinin çevredeki bir imparatorluğu dönüştürme sürecinde üçüncü aşamaya gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir.
Üçüncü aşama, modernite projesiyle ye­ni ilişki kurma biçimleri öneren, belli bir biçimde iktidar talebi içeren, bunu kamu alanını etkileyerek gerçekleştirmeye çalı­şan iktidar dışındaki kişi ve grupların si­yasal düşünce ve hareketlerinin gelişmesi­dir. Ancak bu aşamada, yani bir kamu ala­nı oluşmasından sonra siyasal düşüncenin pratikteki etkisinden söz edilebilir. Böyle­ce siyasal düşüncenin modernite projesi­nin yarattığı dönüşüm süreci içindeki yeri açıklık kazanır. Burada gelişen bir siyasal hareketin mutlaka modernite projesi para­lelinde olması gerekmez. Buna karşı bir direniş projesi de olabilir. Ama her halde modernite projesine göre bir ilişki seçmesini içerecektir. Böyle bir seçimin yapıla­bilmesi için de toplumda modernite proje­sinin bütünü için bir görüşün ya da kav­rayışın gelişmiş olması gerekir.
Bu aşamada ortaya çıkan siyasal düşünce için kritik olan husus, bir tür iktidar talebi içermesidir, iktidarın ilahî olana da­yandığı bir toplumda bir tür iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin ya da hare­ketin gelişmesinin pek çok zorlukla karşı­laşacağı açıktır. Toplumda modernite pro­jesinin siyasal muhalefete tolerans anlayı­şının kabul edilebilmesi için modernite projesi doğrultusunda önemli ölçüde yol alınması gerekecektir. Bu nedenle, ilk ge­lişen siyasal düşünceler, varolan iktidarın yani sultanın meşruiyetini sorgulamaktan çok, yönetimin işleyişindeki hatalara yö­nelecek, taleplerinde sınırlı reformlarla yetinecek, iktidar arayışları da daha çok bürokrasinin de üst kademlerinde deği­şiklik sağlamaya ve bu kademelerde yer almaya yönelecektir. Bu sınırlı iktidar ta­lebinin kamusal alanda yaratılan etkiler­den de yararlanarak gerçekleştirilebilece­ğini varsaymaktadırlar. Ama öngörülendeğişiklikler daha kökten oldukça ve iktidar talebi daha belirgin hale geldiğinde bu siyasal düşünce oluşmuş sınırlı kamusal alanda serbestçe kendisini ifade şansı bu­lamayacaktır. Bu siyasal düşünce gizli ka­lacak, yurtdışında ya da yeraltında örgüt­lenerek etkili olmaya çalışacaktır, iktidar talebini gerçekleştirebilmek için siyasal darbeler ya da ayaklanmalar yoluna baş­vuracaktır. Bu çabalarda başarılı olunabilirse yeni bir aşamaya geçilecektir. Bu ni­haî aşamaya nasıl ulaşılacağını çoğu kez uluslararası konjonktürün olanakları ya da tarihsel süreç belirleyecektir.
Dördüncü aşamada imparatorluğun parçalanarak ulus devletlere dönüşmesi gerçekleşecek, yeni iktidarın meşruiyetini ilahî olan değil, halkın demokratik seç­meleri belirleyecektir. Bu aşamada iktida­rın değişmiş olması artık modernite pro­jesinin utangaç yayılmacılığının yerini ra­dikal bir modernite projesinin almasına neden olacaktır. Kurulan ulus-devlet içinde uluslaşma bu radikal modernite anlayışı içinde gerçekleşme sürecine girecek­tir. Her radikal modernite projesinin uy­gulanmasına bir misyon anlayışı içindeöncülük eden kadroların başarılarının ni­haî sınanmasını demokratik süreçler için­de kendilerini yeniden üretmeyi gerçek­leştirebilmeleri oluşturacaktır. Bu tür bir sınanma kaygısı radikal modernite proje­sinin popülist bir nitelik kazanmasına yol açabilecektir.
Böyle bir ulus-devlete geçiş, modernite projesinin uygulanmasından elde edilme­si beklenen sonucun niteliğinin de değiş­mesine neden olmaktadır, ikinci ve üçün­cü aşamalarda modernite projesinden beklenen, imparatorluğun parçalanması­nı engellemektir. Oysa ulus-devlet aşama­sına geçildiğinde böyle bir beklentinin anlamı kalmamakta modernite projesin­den beklenen, ekonomik gelişmeyi sağla­mak haline gelmektedir.
Modernite projesinin bir sanayi öncesi imparatorluğunu dönüştürme sürecine ilişkin olarak geliştirilmiş bu dört aşamalı model, temelde genel bir modeldir. Bu sü­reç içinde gelişebilecek siyasal düşüncele­rin çerçevesini ortaya koymak bir anlam­da onları normalleştirmek için geliştiril­miştir. Ama Osmanlı İmparatorluğu'nun ulus-devletlere parçalanma sürecini bu dört aşamalı modele uygulamak istersek, ikinci aşama III. Selim ve II. Mahmut dönemlerine, üçüncü aşama Abdülmecit, Abdûlaziz ve II. Abdülhamit dönemlerine tekabül etmektedir. Dördüncü aşamanın ise II. Meşrutiyet ve Cumhuriyetle ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Bu aşamada Cumhuriyet sonrasından ikinci Dünya Savaşı'na kadar radikal bir modernite proje­sinin uygulandığı, bu projenin ikinci Dünya Savaşı sonrasında popülist bir nite­lik kazandığı, 19801er sonrasında da dün­yada modernite projesinin aşılmaya başlamasından etkilenerek, belli bir aşınma ya­şadığı ileri sürülebilir.
MODERNITEYE KARŞI DİRENİŞ  SİYASAL DÜŞÜNCEYİ HANGİ KARŞITLIKLAR İÇİNDE KENDİNE YOL BULMA DURUMUNDA BIRAKIYOR
İmparatorluk'un modernite projesi tara­fından dönüştürülmesinin üçüncü aşa­masında içinde belli bir iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin gelişmeye baş­laması bu düşüncenin yöneldiği temel so­runsalın ne olduğunu da belirlemektedir. Bu düşünce Batı'da gelişen modernite projesiyle nasıl bir ilişki kurulacağına ya­nıt aramaktadır. Bu ilişkinin nasıl kurula­cağı konusunda gelişen düşünceler yaşa­nan dönüşüm sürecinin etkisi altında ge­lişmektedir. Her toplumsal dönüşüm gibi, bu dönüşüm sürecinin de kazananları vekaybedenleri olmaktadır, insanların yaşanan dönüşümü nasıl kavradığı ve yorum­ladığı içinde yaşadığı koşullarda kazanan­lar ya da kaybedenler arasında bulunma­sından etkilenecektir. Ama bu etkilenme çok yalın olarak salt çıkar araçsallığına indirgenerek anlaşılamaz. Bu çok yönlü, çok faktörlü karmaşık bir süreçtir.
Modernitenin yarattığı dönüşümden yararlanan kesimlerin yorumlarında, çı­kar, rasyonellik, uygar dünyanın bir par­çası olmak gibi kavramlarla hızlandırılan bir modernleşme arayışı ön plana geçer­ken, bu dönüşümden kaybedenlerin söy­lemlerinde, kimliğini ya da kendi özü olanı yitirmeme gibi kaygılar ön plana ge­çecek ve dönüşmeye karşı oluşturulması istenilen bir direnç gerekçelendirilmeye çalışılacaktır. Modernite projesiyle kuru­lan ilişki konusunda toplum içinde var olan bu iki karşıt eğilim birbirinden ta­mamen bağımsız değildir. Her biri diğeri­ni etkilemektedir. Toplum içinde gelişen siyasal akımlar da bu iki uçtaki eğilimle­rin kaygılarına bir biçimde yanıt vermek durumundadır. Bu ortamda gelişen bir si­yasal akım, söyleminde hem ilerlemenin yollarının açık kaldığını hem de kültürel kimliğini korumanın yollarının bulundu­ğunu göstermeye çalışacaktır. Aslındamoderniteyle ilişkinin nasıl kurulacağı sorunu genellikle bu hızlı dönüşme ve kimliğini koruma karşıtlığının nasıl uzlaştırılacağı biçiminde ele alınmaktadır.
Modernitenin yayılışına ilişkin dört aşamalı modelde siyasal düşüncenin, et­kili gelişiminin ancak üçüncü aşamada ortaya çıktığı hatırlanırsa artık bu aşa­mada modernite projesinin toptan yad­sınmasını ileri sürmesinin anlamlı olma­yacağı hemen görülür. Bu durumda dire­nişin siyasal düşüncesi, modernitenin tümden yadsınması yerine, modernitenin yayılma alanını azaltmayı ve dönüşümün hızını yavaşlatmayı gerekçelendirecektir.
Böyle bir gerekçelendirmenin gerisinde kaçınılmaz olarak toplumsal sistemlerin değişmeleri konusunda bir kuramsal an­layış bulunmaktadır. Bu türde bir kısmî direnişi gerekçelendirmeye çalışanlar, toplumsal, özellikle de kültürel gelişme­lerde tarihsel sürekliliklerin ortadan kal­dırılamayacağını ve kültürün değişik par­çalarının birbirini etkilemeden değişebi­leceğini kabul etmek durumunda kal­maktadırlar. Öte yandan, dönüşmenin hızlandırılmasından yana olanlar sosyal değişme kuramlarında bir yapıdan diğer bir yapıya geçişin bir tarihsel zorunluluk olduğunu, bir kültürün bir bölümü deği­şince sistemin bütünlüğünün diğer bö­lümleri de dönüşmeye zorlayacağı öze­rinde durmaktadırlar.
Ziya Gökalp'in ünlü, kültürü medeni­yet ve hars diye ikiye ayrımı böyle bir di­reniş ideolojisinin en yaygın bilinen örne­ği olmuştur. Medeniyet, başka bir deyişle teknoloji ve üretim yöntemleri, Batı'dan alınabilecektir. Ama ülkeye özgü olan hars değişmeden korunmalıdır. Bu söy­lem hem gelişmenin hızlandırılmasını, hem de kimliklerin korunmasını gerçek­leştirmenin başarılabilir bir şey olduğu kanısını yaratmaktadır. Bu medeniyet ve hars ayrımı, bir yandan modernitenin bir toplumdaki yayılma alanlarını sınırlar­ken, öte yandan hars kanalıyla tarihsel sürekliliği de sağlamış olmaktadır.
Türkiye'de gelişen siyasal düşüncele­rin, modernite gibi evrensellik iddiası ta­şıyan bir projeyle ilişkisini, Batı-Doğu karşıtlığı gibi evrenselliği daha baştan reddeden bir kavramlaştırma içinde ele alması, modernite projesi karşısındaki dirençlerin artması sonucunu doğurmuş­tur. Modernite projesinin evrenselliğini günümüzde görmek kolaydır. Ama mo­dernite projesinin ilk yıllarında Doğu'da onun Batılılaşma diye algılanmasına şaşmamak gerekir. Bu normal bir durumdur. Doğu ve Batı'nın hiçbir şekil­de birbirine dönüşemeyecek türdeki bir karşıtlığı yalnız Osmanlılar ve Türkler tarafında olan bir algılama değildir. Avru­pa'da gelişen oryantalist bakış açısı da bu karşıtlığı pekiştirmektedir. Evrensel bir kategori olan "insan"ın yerine, onu Do­ğulu ve Batılı olarak ikiye ayırıp bunların birbirinden çok farklı özlere sahip oldu­ğu kabul edildiğinde, dönüşüm için kavramsal bir engel de oluşmaktadır. Bir in­sanın kendisini Doğulu görmekten Batılı görmeye geçişi ile modernite öncesinden moderniteye geçişi aynı şey değildir. Her iki geçişte yaşandığı varsayılanlar çok farklıdır. Birincisinde ikincisinde olma­yan bir kimlik değiştirmesi ve öz yitirmesi söz konusudur. Moderniteye geçiş içselleştirilebilmeye açıktır, yani bir kimlikyitirmesi olmadan gerçekleşebilecektir. Oysa böyle konulan bir Batı-Doğu karşıtlığı varsa Doğulu olan için Batılılaşmak hep dışta, hep yabancı kalmak olacaktır, çünkü özler farklıdır. Bu ise direnilmesi gereken bir şeydir. Böyle bir kavramlaştırmanın egemen olduğu bir toplumda bu nedenle en radikal modernizm projesi­ni uygulayanlar bile Batı'ya rağmen Batılılaşmaktan söz etmek durumunda kal­mışlardır. Onlar için de Batı iyinin kay­nağı olduğu kadar, içinde kötüyü de ba­rındırmaktadır. Bu nedenle seçmeci olmak gereği, yani bir başka türdeki dire­niş ortaya çıkmaktadır.
Modernitenin özellikle kültürel alanda yayılmasına karşı bir başka direnme me­kanizması siyasetin düşünceler üzerinden giderek değil, simgeler, semboller üzerin­den giderek yapılmasıyla yaratılmaktadır. Kutsallaştırılan töreler, dinsel inançlar vb. kültürel öğeler bir türde tabulaştırılarak dokunulmaz ve değiştirilemez kılınmaya çalışılmaktadır. Böyle, duygusallığa dayanan katı direnç mekanizmalarının yaratıl­ması, bu alanlarda hiçbir değişme olma­yacağı anlamına gelmemektedir. Toplum­sal yaşam içinde bu kutsallıklar öneminizaman içinde yitirebilmektedir. Ama bu kutsallaştırılanların düşünce akımları ta­rafından kamu alanında eleştirilmesi zor­laşmaktadır. Bu nedenle, kutsalın aşınma­sı kamu alanında değil, özel alanda için için olmakta, beklenmedik bir anda orta­ya çıkmaktadır.
Türkiye'de siyasal düşüncenin sürekli olarak içinde kaldığı bir başka karşıtlık, modernite düşüncesinin, insanlar için iyi olanın ancak o kişilerce belirleneceğine ilişkin inancıyla, bu düşünceyle aydınlan­mış olanların düşüncelerini uygulamak için kendi başlarına inisiyatif alma zorun­luluğunu duymaları arasında, ortaya çık­maktadır. Toplumdaki aydınlar modernite projesini uygulamak için kitlenin des­teğinin varlığını ya da yokluğunu dikkate almadan bir atılım yaparlarsa, pratikte uygulanan ile düşüncede inanılan arasın­daki açığın nasıl kapatılacağı sorulması kaçınılmaz bir soru olmaktadır. Her top­lumda toplumun ortalamasından ayrılan bir elit grup bulunmaktadır. Ama burada sözü edilen ayrım bunun ötesindeki bir farklılıktan kaynaklanmaktadır. Geç ay­dınlanan bir ülkenin erken aydınlananları kendilerini ilginç bir ahlakî açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Aydınlanmanın onları evrensel doğrulara ulaştırdığına inanmaktadırlar. Böyle aydınlanmış bir grup birdenbire kendisini bir misyonla yükümlenmiş olarak bulmaktadır. Ya bil­gileri doğrultusunda toplumu dönüştür­meye çalışarak, sahip olduklarını düşün­dükleri misyonu yerine getirmeye çalışacak ve bu halde insanların kendileri için iyi olanı ancak kendilerinin belirlemesi inancıyla çelişecektir ya da zaman içinde toplumda olacak gelişmeleri bekleyerek, kendi misyonlarını görmezden gelecektir. O halde de kendilerini toplumun sorunlarına duyarsız kalmakla suçlayacaklardır. Kuşkusuz, bu zor bir durumdur, izlenen yol genellikle misyonu yerine getirmek olmaktadır. Ama bu misyonu yerine geti­renler sürekli olarak kendilerine olan halk desteği konusunda kaygılı olacaktır. O da bir tür popülizm eğilimi halinde or­taya çıkacaktır.
Modernite projesini uygulayanların kit­leye ulaşmasında önemli güçlükler bu­lunmaktadır. Bu güçlük salt modernite projesinin ekonominin kapitalist işleyişini öngörmesi ve toplumda eşitsizliği artırmasıyla da açıklanamaz. Nitekim, Türki­ye'de modernite projesinin içinden çıkan sermaye sahipleriyle emekçiler arasındaki çelişkiyi temel alan sosyalist modernite projesi de halka ulaşmakla büyük ölçüde güçlükle karşılaşmıştır. Bu da halka ula­şamamasında salt araçsal boyutta açıklanamayacak nedenler bulunduğunu gös­termektedir.
Bu ikilemden kaçınmanın bir yolunun ise dönüşümü olabildiğince hızlandırmak, öncülerle kitle arasındaki açığı hızla kapatmaya çalışmak olduğu açıktır. Ama bunun ötesindeki öznel nedenlerin de ihmal edilmemesi gerektiğini akıldan çıkar­mamak gerekir.
SİYASAL DÜŞÜNCENİN BAŞARI ÖLÇÜTLERİ VE KAPSAYACAĞI
ALAN NASIL BELİRLENMEKTEDİR ?
Buraya kadar üzerinde durduğumuz, te­mel bir dönüşümün yaşanmakta olduğu bir ortamda gelişen ve yine üzerinde du­rulan karşıtlıklar arasında kendisine bir yol bulmaya çalışan siyasal düşünceler belli konularda seçmeler yapmak duru­munda kalmaktadır. Bu, çok geniş bir alanda yapılan seçmeleri içerecektir. Bu alan, iktidarın meşruiyetinin nasıl temellendirileceğinden, dinsel ya da ilahî ola­nın sınırlarının nasıl yeniden belirlenece­ğine, bireyin özgürlüğünün nasıl tanımla­nacağına, bireyin özel alanının nasıl güven altına alınacağına, kendisini ekono­mik ve siyasal olarak yeniden üretmesini sağlayacak yeni kurumsallaşma önerilerinin ne olacağına, gelişme ve ilerlemeden ne anlaşıldığına kadar pek çok alanı kapsayacaktır. Bu tür çok önemli yapısal bir dönüşüm konusundaki siyasal politikalar sistemi hızlı olarak dönüştüremiyorsa, tüm ülkeyi ve ulusu saramıyorsa, bu geniş alandaki politik seçmeler sürekli ola­rak gündemde kalacak ve tartışma konu­su olmayı sürdürecektir.
Her siyasal düşüncenin nihaî hedefi uy­gulamada başarılı olmak ve bu düşünce­lerin yaşama geçirilmesini sağlamaktır. O zaman başarılı olmasının ilk koşulu, bu düşünceyi geliştiren ve benimseyen kad­roların iktidar olabilmesi, ikinci koşulu ise iktidarda bulunduğu sırada kendisini ekonomik ve siyasal olarak yeniden üre­tebilmeyi başarması, toplumun dönüş­müş kesiminin büyüklüğünü sürekli ola­rak artırabilmesidir.
Siyasal düşüncenin niteliğine göre başarının farklı bir biçimde tanımlanması­nın olanaklı olduğu da söylenebilir. Bir siyasal düşünce dönüşmeye karşı bir di­renç düşüncesi olarak geliştiyse, iktidar olmadan kendi mantığı içinde dönüşmeyi geciktirerek de belli bir işlev görebilir. Bu halde kendi amaçları doğrultusunda bir başarı göstermiş, direnç üretmiş olur.
Türkiye'de güncel siyasal akımların özelliği, kendileri konumunu gelecekteki projeleri üzerine kurmaktan çok Türki­ye'deki modernleşme deneyiminin eleşti­rilmesine dayandırmasından kaynaklan­maktadır. Geçmişe ilişkin bu değerlendir­meler, kişinin modernite projesi konu­sundaki başlangıçtaki tutumuna, kendisi­ni o toplumun bir aktörü olarak ya da dıştan gözleyicisi olarak görmesine, top­lumların ilerlemesine ve demokratikliğine farklı olumluluklar yüklemesine göre farklılaşmaktadır.
Birinci tür değerlendirmeler modern­leşme projesini hiç sorgulamayan, toplum üstü nesnel bir değerlendirme yapmaya çalışan, toplumların modernleşme çizgi­sinde ilerlemesine çok ağırlık veren bir yaklaşım içinde olanlar tarafından yapıl­maktadır. Bu durumda, değerlendirici il­gisini hemen hemen sadece modernleşme açığının büyüklüğü üzerinde toplamakta­dır: Bu açığı kapamada, modernleşme projesi yaşama geçirilebildiği ölçüde ba­şarılı olunacaktır. Bu bakış açısına göre demokratik toplum modernleşmenin so­nunda ulaşılacak bir hedeftir. Geleneksel toplumdaki kişilerin geçmişin bağların­dan koparılarak birey-yurttaş olmaları gerçekleştikten sonra demokrasiye geçiş için koşullar hazır olacaktır. Piyasa güçle­ri bu geleneksel bağları koparamıyorsa, bir süre için bu kopuşu sağlayacak baskı­cı pratikler meşru görülebilecektir. Türki­ye siyasetinde Tek Parti dönemininCHP'sinin böyle bir çizgiyi temsil ettiği söylenebilir. Çok partili yaşama geçtikten sonra gelişen partiler genellikle böyle bir değerlendirme çizgisine uzak kalmışlardır. Son yıllarda Atatürkçü Düşünce Der­neği içinde bu tür bir yaklaşımın yeniden üretildiği söylenebilir.
İkinci tür değerlendirmeleri yapanlar da modernite projesinin öngördüğü top­lumsal düzeni ya da yaşantı biçimini sorgulamazlar. Kendilerini bu dönüşümü gerçekleştiren toplumun dışında tutarak, yaşanan dönüşümün araçlarını modernitenin bir değeri olan demokratiklik açı­sından sorgularlar. Eğer piyasa güçleri ki­şileri geçmişteki toplumsal bağlarından koparıyorsa, buna paralel olarak toplum­da kişilerin istekleriyle demokratik süreç­ler içinde bir değişme ortaya çıkıyorsa, bu iyi bir şeydir. Ama bu değişmeyi elitlerin tepedenci yaklaşımlarıyla gerçekleştirme­ye çalışıyorlarsa bu, demokratik meşru­iyetin sınırlarının dışına çıkılması olarak değerlendirilecektir. Modernleşme açığı onların temel ilgi alanları değildir. Ya kendiliğinden olan modernleşmenin uzun erimde daha hızlı ve sağlıklı olaca­ğına inanırlar ya da modernleşme açığı­nın kapatılmasının hızlandırılması onları ancak zorlayıcı olmamak koşuluyla ilgi­lendirir, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Demokrat Parti'nin bu çizgiyi izle­diği söylenebilir. Daha sonraki yıllarda ortanın sağı çizgisini izleyen partilerin de bu çizgide kaldığı söylenebilir. Son yıllar­da gelişen İkinci Cumhuriyetçi akımın bu çizgideki bir eleştiriyi güçlü olarak vur­guladığı görülmektedir.
Bu tür kendiliğinden gerçekleşecek bir modernleşmeye razı olmanın bir başka biçimiyse tarihsel olmayı yüceltmek ola­rak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısın­da, toplumun elitleri toplum dışında var­sayılarak bir değerlendirme yapılmakta­dır. Bu elitlere modernleşme yoluyla de­ğişmeyi zorlayıcı, dolayısıyla toplumun tarihselliğini yok edici aktörler olarakbakılmaktadır. Bu bakış açısına göre, en sağlıklı gelişme toplumların kendiliğin­den evrimsel gelişmeleridir. Bu evrimsel çizgiyi zorlamak tarihsel olanı dışlamak olarak görülmektedir. Tarihte özne ol­mak hakkı sadece kitlelere tanınmakta, bunun dışındaki elitler meşruiyet dışı bı­rakılmaktadır. Türkiye'de muhafazakâr popülist akımların içinde böyle bir da­mar gözlenmektedir.
Üçüncü tür değerlendirmeler gerçekte modernleşmeyi yadsıyan, geçmişin yaşam biçimini savunan ve modernleşmenin so­nunda ortaya çıkan yaşam biçimini eski dönemin değerleri açısından eleştirmeye çalışan yaklaşımlardır. Bunlar genel ola­rak toplumun dışına çıkan kişinin değil, onun içinde kalanın değerlendirilmesidir. Pozitivist bir bilgi anlayışını da benimse­medikleri için kendilerini toplumun dı­şında tutamazlar. Değerlendirmeleri de, nesnel olduğu iddia edilen bilgiye dayanmayıp geçerliliği öznellikler arası olmayla kurulmuş bilgilere dayandığı için, kınama ya da gülünçleştirme eksenine oturacak­tır. Bu bakış açısı çoğu kez desteğini öz­nellikler arası temelde değişmez olduğu iddia edilen dinî bilgiden, kutsal olandan almaya çalıştığı için, buna uyumsuzluk konusunda yapılan değerlendirme bir kı­nama niteliği kazanmakta, bu yolla geç­mişin yaşam biçimine dönüş için toplum­da bir cemaat baskısı ya da çoğunluk bas­kısı yaratmaya dönük olmaktadır. Türki­ye'deki hem dinci hem de milliyetçi mu­hafazakâr çizgideki akımlar bu türde bir eleştiriden yola çıkmaktadırlar.
Gerçekte modernleşmenin maddi alan­da sağladığı Başarı karşısında, bu üçüncü tür değerlendirmenin ya da eleştirinin saf biçimiyle ileri sürülmesi olanağı buluna­maz. Savunulan geçmişin yapısının bu başarıyı gösteremediği açık hale gelmiştir. Bu durumda bu eleştiri, modernleşmenin ekonomik sisteme, doğa bilimlerine, tek­nolojiye ilişkin değerleri kabul edilerek diğer öğelerinin yadsınması biçiminde or­taya çıkmaktadır. Modernleşmenin tek­nik ve ekonomik yönünün toplumun ge­leneksel yapısı içinde başarıyla çalışabileceği varsayılmakta, bu yolla toplumun kimliğinin korunacağı savunulmaktadır. Bu tür bir bakış açısının savunduğu gele­neksel değerler içinde demokrasi yoktur. Demokrasi sadece toplumda sesini duyurabilmeyi ve iktidara gelebilmeyi sağlayan bir araç olarak değer kazanmaktadır. Bu, savunmada olan bir değerlendirme çizgi­sidir, içeriğini modernleşmenin başarı dü­zeyi belirlemektedir. Modernleşme başa­rılı oldukça savunucu çizgi geriye çekil­mektedir. Erbakan'ın kurduğu Millî Ni­zam Partisi, Millî Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi'nin böyle bir çizgi izlediği söylenebilir.
Dördüncü değerlendirme çizgisi de modernleşme projesini yadsıma üzerine kurmuştur. Bu yadsıma üçüncü türdeki değerlendirme çizgisinden farklı bir yön­de gelişmektedir. Geçmişe özlem duyulan bir yadsıma değil, modernizmin ötesine geçen, bir anlamda modernite projesiyle yetinmeyen bir eleştiridir. Postmodernizm böyle bir eleştiri getirmektedir. Aydınlanma'nın akılcılığı insanlığı dinî dog­maların baskısından kurtarmıştı ama da­ha sonra araçsallaştırılan akılcılık dünya­yı büyük ölçüde varolan sisteme hapseder hale getirmişti. Dünyayı modernitenin araçsal rasyonelliğinden kurtararak in­sanlığın yeniden özgürleştirilmesi amaç­lanmaktadır.
Bu ise bilim anlayışında eleştirel ger­çekçiliğe geçişi gerektirmekte, değişebile­cek olanın değişmez olarak gösterilmesini olanaksız hale getirmektedir. Daha çok sosyalist gelenekten gelenlerin izleyebile­ceği bir çıkış noktası olabilecek bu eleşti­rel konumun potansiyelinin Türkiye'de henüz yeterince kullanılmadığı söylene­bilir. Türkiye'de varolan sosyalist ve sos­yal demokrat partiler böyle bir çizgiden oldukça uzaktır.


SON VERİRKEN



Bu yazıda yapıldığı gibi Türkiye'deki siya­sal düşüncenin gelişimi için bir üst anlatı kurulmasına çalışılmasının işlevinin ne olduğu sorulabilir. Bu soruya birbirini ta­mamlayıcı iki yanıt verilebilir. Bunlardan öncelikle belirtilmesi gereken, böyle bir üst anlatının ayrıntılı bir düşünce tarihini gereksiz kılmaya çalışmadığı, tersine onu tamamlamaya çalıştığıdır. Böyle bir yakla­şım ayrıntılı ve belli bir yere özgü düşün­ce tarihinin tarihsel bağlamına oturtulma­sında önemli bir zenginlik sağlayacaktır.Bu yolla tarihsel bağlama oturtulmasında doğrusal ve homojen olarak akıp giden bir zamanı temsil eden kronolojinin ötesi­ne geçilmektedir. Tarihin akışını niteliksel sıçramalar haline getirmekte ve yerel tarih böyle bir tarih akışı içine oturtulduğunda tarihsel bağlama oturtmanın sağlayabile­ceği açıklayıcılıklar artmaktadırikinci olarak böyle bir üst anlatının biranlamda, tarih metodolojisi içinde önem­li bir yeri olan karşılaştırmalı tarih analiz­lerini ikame etme işlevi gördüğü de söyle­nebilir. Böyle bir anlatı, bir ülkede, belli bir dönemde ortaya çıkan bir siyasal dü­şünceyi ya da hareketi bir tür normalleş­tirme işlevi görmektedir. Tarihe yaklaşımı yargılama amaçlı olmadan uzaklaştırmak­tadır. Hatta yargılayanı yargılama konusu haline getirebilmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MOĞOLLAR-SARI TEHLİKE

https://drive.google.com/file/d/1jbosXfTm3SLJgWd7SQDw878MnXWq2jmC/view?usp=share_link