30 Aralık 2010 Perşembe

Prof.Dr.Zafer Toprak - Tarih Öğretimi (Konuşma)

PROF.DR.ZAFER TOPRAK’IN AÇILIŞ KONUŞMASI
24 MART 2001
“SOSYAL BİLİMLER ÖĞRETİMİNDE ALTERNATİF YÖNTEM VE TEKNİKLER” SEMPOZYUMU
EYÜBOĞLU EĞİTİM KURUMLARI
Ses kaydı çözümü : Tuğrul Yakarçelik

Değerli meslektaşlarım, konuklar;
Bana her şeyden önce böyle bir fırsat tanındığı için çok müteşekkirim. Çünkü bu hepimizin sorunu. Özellikle biz üniversitede sizlerden devir alıyoruz öğrencileri…Ve orta öğrenimdeki birikimleri bizim üzerine inşa ettiğimiz bir yoğunluk olarak karşımıza  çıkıyor.
Şimdi tabi bu konuların orta öğrenimde gündeme gelmesi ve tartışılması son derece önemli. Ve bir şekilde yaptığımız, izlediğimiz eğitim programlarını eleştirel bir perspektifle değerlendirmek ve yeni çözümler aramak ve bu bağlamda daha öteye, daha olumlu çizgilere götürebilmek programları…
Başlığımız “Sosyal Bilimler Öğretiminde Alternatif Yöntem ve Teknikler”…Yöntem ve teknik son derece önemli ancak aynı oranda önemli olduğuna inandığım içerik unsuru var. Yani bu derslerimizde öğrencileri gördük deminki kısa filmimizde, ezberden yakınılıyor, ancak bilgi, daha doğrusu bir verinin ezber olup olmaması, onun ne denli günlük yaşamımızda işlevsel bir ağırlığının olup olmadığına bağlı. Bir başka deyişle bilgiyi veriyor muyuz, onu öncelikle tartışmamız gerektiğine inanıyorum şahsen. Yani eğer verdiğimiz bilgi değilse öğrencinin onu ezberlemesi kadar doğal bir şey yok. Gerçekten sosyal bilimler derslerinde bizi bugünü anlamaya yönelik bilgi ile donatıyor muyuz öğrencileri ve yarına dönük bir perspektif açıyor muyuz öğrencilerde ?
Bu konuda bir çok alanda çaba sarf ediyoruz biz; üniversite düzeyinde de bu tür çabalarımız var. Bazı gönüllü kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, bu alana giriyor, bildiğiniz gibi : Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın hazırladığı bazı ders kitapları var, Tarih Vakfı bu alanda çaba sarf ediyor. Talim Terbiye giderek bu konunun önemini vurgulama çabası içerisinde, kısacası acaba bizim sosyal bilimler diye nitelendirdiğimiz ders grubunun içeriği bilgi ile mi donatılmış, buna bakmak gerekiyor. Buradan yola çıkarak  acaba bu bilgi, oluşan, daha doğrusu hedeflenen bilgiyi nasıl öğrenciye yansıtılacaktır, onunla kurulacak diyalog sonucu, nasıl yansıtılacaktır bu bilgi; öğrenci bilgilendirilecektir ve öğrencinin bu bilgileri özümlemesi sağlanacaktır, bunu ayrıca tartışabiliriz…
Hemen şunu belirteyim : ben içerikten söz ediyorum ama önce yöntem ve teknikten yola çıkayım; ben aslında her ne kadar tarih eğitiminde bir görev üstlenmişsem de asılanda formasyonum tarih değil. Siyasal Bilgiler okudum Ankara’da…Uluslar arası ilişkiler okudum. Daha sonra yurt dışında iktisat yaptım, ekonomi öğrenimi gördüm. Daha sonra bir tutkuyla tarihe eğildim. Ancak tarihle ilişkim çok küçük yaşlardan başladı. O da annemin tarih-coğrafya öğretmeni oluşu nedeniyle…Annem-babam öğretmen, Anadolu’da epey dolaştık. Sonra ben tam ilkokuldayken annem babam Heybeli Ada’ya tayin olmuşlardı. Çocukluğum orada geçti. İlkokulu orada okudum. Şöyle bir şansım vardı : annem iyi bir tarih-coğrafya öğretmeniydi. O zamanlar tarih coğrafya aynı kapsamda ele alınıyordu. Ben hemen hemen her yıl, dört beş kez, annemin elinden tutarak İstanbul’a inerdim. Annem tüm sınıfları her yıl, İstanbul’a götürürdü. Coğrafya için bakın adadan -o zamanlar şimdiki hızlı ulaşım araçları yok- Paşabahçe’ye götürürdü. Paşabahçe Cam ve Şişe Fabrikası’na götürürdü ve Beykoz’daki ayakkabı fabrikasına götürürdü coğrafya dersi için. Yani bir sanayi nedir; onu göstermeyi hedeflerdi. Bildiğim kadarıyla o zamanın müfredatında da bu vardı yani annem kendiliğinden bunu yapmıyordu…Her yıl bir kaç kez Topkapı Sarayı’nı dolaşırdım. Süleymaniye’ye, Ayasofya’ya gidilirdi…Kısacası ben mekan bilgimi, İstanbul mekan bilgimi, daha ilk okulun ilk sıralarında annem sayesinde gerçekleştirdim. Ve bunun ileriki yıllarda tarihçi oluşumla bir bağlantısı olabilir. Tarihin o denli içinde büyüdüm ki…Ve keza babam resim-sanat tarihi öğretmeniydi, her hafta sonu öğrencilerini alırdı, kırlara götürürdü, peyzajlar yaptırırdı ve o denli öğrencilerle yakın bir diyaloğu olmuştu ki, İstanbul’a gelmeden evvel biz Gaziantep’teydik, biz İstanbul’a göçtük, bütün bu öğrenciler, üniversiteye daha sonra gelen öğrenciler bizim evimizden eksik olmadılar. Devamlı bize gelirlerdi, bütün eğitimleri sürecinde öğrencilerle diyaloğumuzu yitirmedik. Daha sonra bu insanlar doktor oldular, çok değişik mesleklere girdiler ve yaşam boyunca annem-babam –her ikisi de vefat ettiler- bu ilişki sürdü… Devam etti. Şunu demeye getiriyorum : aslında derslerde, bu tür eğitim sürecinde, görsellik ve mekan son derece önemli…Günümüzde bunu ne kadar gerçekleştirebiliyoruz ? Tabi İstanbul belki 1950’li yıllarda çok daha kolay bir kentti şimdiye oranla. İnsanlar belki daha kolay mekan değiştirebiliyordu ama günümüzde de bunun mümkün olduğu inancındayım. Orta öğretimde bu ne kadar gerçekleştiriliyor bilemiyorum sizin eğitim kurumunuzda bunu yeri nedir bilemiyorum. Benim kızım Türkiye’nin en iyi okullarından birinde okudu ; Robert’te okudu; bütün İstanbul bilgisi Robert Kolej- İstinye ve Akmerkez arasında geçti bütün lise hayatı. Hakikaten Eminönü’ne git desem liseyi bitirdiği vakit gidemezdi. Akmerkez’e gittiğinizde dolaşmaya gerek yok : sineması, kafeleri vb. var. O mekana gittiğinizde binanın dışına çıkmadan sabahtan akşama kadar dolaşabilirsiniz. Ve her türlü ihtiyacınız orada karşılanabilir.  Daha çok fiktif bir dünyaya doğru hele TV ve internet, bütün bunlarla birlikte çok daha fiktif bir dünya yaratmamıza elverişli bir ortamla karşı karşıyayız. Gün boyu TV başına oturabilirsiniz ve mekan değiştirmeksizin hayalinizde dünyalar kurabilirsiniz. Kısacası bence tarih eğitiminde coğrafya eğitiminde, İstanbul kadar şanslı bir kent yok. Tarih öğretmek için İstanbul’da sokakları dolaşmanız yeterli. Gerçekten İstanbul’da sur içi bölgesinde tarih öğretimini mekanla özdeştirerek yaptığınız taktirde, öğrencinin çok daha özgün şeyler öğreneceğine inanıyorum ben. Biz o denli kitabi bir eğitim süreci içindeyiz ki bu en sonunda gördüğümüz gibi ezber öğesini ön plana çıkartıyor. Bir kere hemen şunu belirteyim : hemen hemen her bilim dalında bellek önemli ! Yani ezber deyip bir kenara atmamak gerekir. Bir takım şeyleri öğrenmemiz gerekir; öğrenme de ancak ezberle olur. Ezberlenen şeyler giderek bir bilgiye dönüşür. Ama tabi onun gerçek bir bilgi olabilmesi için yaşamımızla çok yakın bağ kurabilmemiz gerekir. Ve yaşamımızın bir parçası haline gelebilmesi gerekiyor. Bilgi ancak bugünü anlayabildiğimiz oranda bilgi işlevini görür.Bugün için bize yardımcı olabildiği, çevremizi, kendimizi, doğamızı anlayabildiğimiz oranda bilgi oluşturabilir ve aynı zamanda ileri dönük projeksiyon yapabildiğimiz oranda bilgi biçimini alır. Bilginin yaşamımızla çok yakından bağlantılı olabilmesi için her şeyden evvel yaşam tarzlarımızla uyum içerisinde olması gerekir. Coğrafyadaki mekan bilgisi ve tarihteki zaman bilgisi günümüzü anlamak için son derece yararlı öğelerdir. Keza bunun yanı sıra –müdürümüz felsefeyi vurguladı- felsefe çok daha geniş bir kurgu içerisinde sorunlara bakabilmemizi, bir ölçüde kritik bir mantığın oluşması için son derece önemli bir birikimdir. Diğer bilgilerimizde yine yurttaş kimliğimizi, birey kimliğimizi oluşturmaya yönelik bilgilerdir; bunları pekiştiren bilgiler olarak bakılması gerekir. Kısacası olayın bir pedagojik boyutu vardır, bir yurttaş kimliği oluşturma boyutu vardır ama öte yandan da çevremizi algılayabilmek ve bu algılama süreci içerisinde toplumu biçimleyebilmek, sırf biçimlenmek değil aynı zamanda toplumu biçimlendirebilmek, onu şekillendirebilmek, ona yeni perspektifler verebilmek çabası içerisinde olması gerekir bütün bu birikimimiz…
Şimdi ben tarih eğitiminden biraz size söz edeyim; bu bağlamda diğerlerine de zaman zaman değineceğim ama önce şunu belirteyim bir defa öncelikle tarih eğitimi Türkiye’de nasıl bir çizgi izlemiştir; buna bakabiliriz yani zaman ekseninde yani diakronik bir açıdan buna bakmamız mümkün…Neredeydik nereye geldik tarih eğitiminde, bunu değerlendirmemiz mümkün…Bir de tabi karşılaştırmalı olarak değerlendirme mümkün : biz ne yapıyoruz, diğerleri ne yapıyor ? Türkiye dışındaki insanlar ne yapıyor ? Avrupa Birliği’ne adaylığımız gündemde, Avrupa’da tarihte ne yapılıyor, diğer sosyal bilimlerde ne yapılıyor; bunları irdeleyebilmemiz gerekir.Çünkü Avrupa Birliği bünyesinde, tüm bu sosyal bilim eğitimi dediğimiz alanlar giderek örtüşüyor; ortak bir platforma doğru yöneliyor…Bu ortak platformda er geç Türkiye’de yerini alacak biliyorsunuz işte ulusal program yayınlandı ..Bu doğrultuda mevzuatta önemli bir çaba göstermemiz gerekiyor uyumlu kılabilmek için. Tabi eğitim alanında da aslında önümüzde büyük bir görev duruyor. Önemli bir çaba göstermemiz gerekiyor Türkiye’deki eğitim platformunu Avrupa’daki eğitim platformuyla uyumlu bir hale getirebilmek…
Hemen şu örneği vereyim ve oradan Türkiye’ye geçeyim : Avrupa’da bunu en iyi yapanlardan biri, özellikle tarih eğitiminin çok prestijli olduğu ülkelerden biri ve tarih bilgisinin hemen hemen her alanda birincil bilgi olarak değerlendirildiği bir ülkeden söz edeyim : Fransa…
Fransa’da tarih eğitimi nasıl yapılıyor ?
Fransa’da nereye girerseniz girin, -devlet ya da özel sektörde- tarih bilginiz son derece önemli. Tabi tarihte ne okutulduğu önemli her şeyden önce. Fransa’da lise birde 1789’dan başlar. Yani Fransız Devriminden başlar…Ona giden Aydınlanma Düşüncesi ile ilgili, Voltaire, Didero gibi, bunlarla ilgili bilgileri edinir ve Fransız Devrimine girer. Fransız Devriminden yani o tarihlerden başlar ama okuduğu büyük ölçüde Dünya Tarihidir. 1789 sonrası dünya tarihini okur ve bu tarih 1890’a kadar gider. Lise birinci sınıfta öğrenci bir yüzyıllık bir süreci okur ama derinlemesine okur. Ders kitaplarının sayfa düzenine baktığımızda, sayfa sayısına baktığımızda bizim kitaplarımızın hemen hemen üç mislidir. Ve görselliği de apayrı bir güzellik arzeder. Lise ikinci sınıf öğrencisi 1890’den başlar –yüzyılın dönüm noktasından başlar- ve 1945’e kadar gelir. Yani iki dünya savaşı arası çok önemlidir. Dünyayı algılamak açısından, fikir hareketleri açısından, bir dizi otoriter-totaliter rejimlerin doğuşu bağlamında çok önemlidir; bütün bunlar…Üçüncü sınıf öğrencisi –ki onlar terminal diyor- de 1946’dan başlar ve günümüze kadar gelir. Ve burada da Fransa’nın ağırlığı nedir diye bakarsanız –tabi Avrupa’nın ayrı bir ağırlığı vardır, bunu kabul etmek gerekir- ama, bütün bu derslerde, daha önce bloklaşan dünya, üçüncü dünya dediğimiz yöreler, Japonya, Uzak Doğu, bütün bu unsurlar, ayrıca bir tarih dersi içinde gelişme iktisadını gündeme getirebilecek her türlü husus, toplumsal gelişmeler, göçler, bütün bu öğeler dünya ölçeğinde okutulur. Yani liseyi bitiren, bakaloryaya giren bir Fransız öğrencisi, aslında kendi dünyasını, daha doğrusu dar dünyasının ötesinde tüm dünyayı algılayan bir öğrencidir. Bu nedenle de performansı, üniversite performansı çok daha yüksektir. Burada zaman açısından çok daha konsantre dönemlerle yoğunlaşır..İkincisi disiplinler arası bir perspektif gündemdedir yani bu dersleri okuduğunuz vakit salt tarih gibi dar bir alanda –tarih bir yöntem bilimidir, bir yöntemdir eğitim için o bağlamda- sosyal bilimlerin her alanına tarih eğitimi içerisinde değinilir. Gelişme iktisadına kadar her türlü öğe, -coğrafya ayrıca okutulur onu gündeme getirmiyorum- gündeme gelir. Gelişme sorunsalları, gelişme aşamaları, bütün bunlar ele alınır ve dünya tarihi bugünü algılamak için temel araç olarak alınır. Üçüncü bir boyut; birinci boyut zaman boyutu, ikincisi disiplinler arası boyut, üçüncüsü de Dünya Tarihidir. Fransa’nın bir yeri vardır bu tarih içinde ama açıkçası eski Franklar, bizim gibi böyle yüzyıllar öncesine gidiş ancak orta öğretimde vardır. Orta öğretim dediğim, bizim ilköğretimin son üç yılını kapsayan evrede okurlar. Eski Medival ki Fransa’nın ortaçağ tarihi çok önemlidir kendileri açısından, kendi kimlikleri açısından ama lisede buna hiçbir şekilde girilmez. Fransız tarihçiliği özellikle ortaçağ tarihçiliğinde çok güçlüdür Avrupa’nın çünkü ilk absolitist , mutlakiyetçi devletlerinden biridir, o bakımdan önemlidir ama bu kadar önemli olmasına karşın hiç bir şekilde lise öğretiminde buna girilmez. Çünkü lise öğrencisine verilmek istenen o günü anlayabileceği, o günkü gelişmeleri çözümleyebileceği bir potadır. Bu potanın içerisinde Mediaval vs. bundan altı yüzyıl öncesi, sekiz yüzyıl öncesi Fransız lise öğrencisini ilgilendirmez çünkü günlük yaşamında onu görmesi gerekmez. Ama tabi Fransa’daki öğrencinin çevresi bu tür bir dünya ile donanmıştır o da ayrı…Devamlı şatolarıyla şusuyla, busuyla bu yaşamın içindedir ama gördüğü eğitimde bu boyut yoktur.
Şimdi buradan Türkiye’ye geçeyim.
Türkiye’de tarih eğitimine, bir, zaman bağlamında buna bakalım yani nereye gidiyoruz, eksen olarak nereye uzanıyoruz; zaman ekseni olarak…iki, mekan olarak nereye bakıyoruz ? Yani öğrendiğimiz tarih bilgisi hangi coğrafyayı kapsıyor buna bakmamız gerekir…Bir de tarih eğitiminde hangi disiplinleri entegre ediyoruz ? Yani zaman-mekan-alan gibi nitelendirebileceğimiz bir üçlem …
Ben bir kolleksiyonerim aynı zamanda. Özel ve geniş bir kütüphanem var ve burada tarih kitapları; hemen hemen Osmanlı’dan günümüze, her türlü ders kitaplarının dökümünü size yapabilirim. Özellikle tarih dersinin okutulduğu 19. Yüzyıldan itibaren bu kitapların içerikleri, nitelikleri konusunda sizlere ayrıntılı bilgi verebilirim. Nitekim Meşrutiyetten itibaren size bazı örnekler vermek istiyorum.
Tersten başlayayım isterseniz.
Günümüzün tarih kitaplarında ne kadar dünya bilgisi var ? Mekan olarak neyi kapsıyoruz; bunlara bakalım.
Bugünlerde okutulan ve Talim Terbiye Kurulu tarafından ders kitabı olarak önerilen kitaplarda şöyle bir orantı kurabilir : bir kere bugünkü kitaplarımızda; İnkılap Tarihi kitaplarını bir kenara bırakayım, onu daha sonra sizlere aktaracağım; daha çok lise ikinci sınıf kitaplarındaki oranı size söyleyeceğim : 9 üniteden oluşuyor genellikle bu kitaplar ve bunlardan sadece iki tanesi Avrupa üzerine…Avrupa dışında bir coğrafya zaten yok kitaplarda. Avrupa dışında bir coğrafya ele alınmıyor mesela bir Japonya, benim gördüğüm kadarıyla Japonya’yla ilgili tek bir satır yok. Oysa hemen gündeme getireyim, Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında Japonya ile ilgili –buraya gelmeden önce şöyle bir baktım Ali Reşat’ın kitabına- dokuz sayfa var. Tokugawa, Meiji Dönemi vs. tüm bunları meşrutiyet öğrencisi öğreniyor. Günümüz öğrencisinin bu konudaki bilgisi son derece sınırlı; dediğim gibi dokuz ünitenin ikisi Avrupa üzerine…Ve bu kitap 287-290 sayfa…Bunun Avrupa üzerine sayfaları sadece 29. Yani %10’una tekabül ediyor. Yani Türkiye dışında bilginiz %10 oranında…Yalnız bu %10’nun da bir alt bölümlenmesi yapayım : lise 2. Sınıfta okuduğumuz tarih, gördüğüm kadarıyla Osmanlı Siyasi Tarihi diye 1300’den başlıyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar gidiyor. Gördüğünüz gibi çok geniş bir zaman dilimini kapsıyor. Ve bu Avrupa Tarihi dediğimiz bölümün de aslında yarısı, yani 29 sayfanın 14 sayfası 1300-1600 dönemi Avrupa Tarihi. Fransa’da Fransız öğrencisinin okumadığı bir Avrupa Tarihi’ni biz derslerimize çok ufak oranda da olsa koymuşuz. 20.yüzyıl tarih kitaplarımıza baktığımız vakit –1908 bir kırılma noktası Türk Tarihinde- bu oranın Dünya Tarihi oranının ders kitaplarımızda her geçen gün biraz daha azaldığını görüyoruz. İkinci Meşrutiyette Dünya Tarihi’nin oranı nedir diye sorarsanız- o zamanın çok meşhur ders kitaplarını yazan Ali Reşat ki Cumhuriyetin ilk yıllarında da onun kitapları okutuluyordu- %70 dolayında…Bugün %10 oranında olan Avrupa Tarihi bölümü, o günlerde %70 dolayında…Türkiye Tarihi ise o günlerde %30 civarında okutuluyor. İlginçtir, Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu oran geçerlidir. Size yine Ali Reşat’ın Cumhuriyetin ilk yıllarında Maarif Vekaleti tarafından onaylanmış ders kitabındaki oranları verebilirim ve bu oranlar : 319 sayfalık tarih kitabının 103 sayfası Türkiye üzerine…Yani 1/3’inden daha azı Türkiye üzerine…Lise son sınıfta okutulan bir kitap bu ve bu kitapta da 18.yüzyılın ikinci yarısından başlıyor. Öncelikle Amerika Devrimine bakılıyor, sonra Fransız İhtilali geliyor. Kitapta , 1929 yılında okutulan bu kitapta sırf Fransız İhtilaline ayrılan sayfa sayısı 42 ! Bugün biz tüm Avrupa Tarihi’ni 29 sayfada görüyoruz, 1929’da Talim Terbiye tarafından izin verilerek okutulan bu kitapta sadece Fransız İhtilali 42 sayfa olarak yer alıyor. Kısacası buradaki konulara baktığımız vakit o denli zengin bir Dünya Tarihi okunuyor ki mesela 19. Asrın ikinci nısfında yani yarısında Avrupa’nın sanayi, ticaret ve fikir sahasındaki terakkiyatı, gelişmeleri…bununla ilgili 20 sayfa ayırmış durumda sırf…”Avrupa’dan başka kıtalarda Avrupalılar” diye bir konu var. “Asya” var, Afrika var…Bütün bunlar bizim Cumhuriyetin ilk yıllarında ders kitaplarımızda yer alan konular. “Avrupa’da yeni devletler, yeni teşkilat, içtimai ve iktisadi tahavvüller/değişiklikler” o kadar ilginç konularla karşı karşıyasınız ki bu ders kitaplarında  mesela 1926’da gene Ali Reşat’ın kitabına bakıyorum , son bölümlerden biri Cumhuriyete girmiş, İstiklal Harbi’ni okutmuş, Cumhuriyeti okutmuş, ondan sonra yeni bir bölüm açıyor “İçtimai Meslekler ve Amelenin Vaziyetini İslaha Matuf Ahkam”…Alt başlıklarında “kapitalist usulünün teşekkülü”; bunu okutuyor…İlginç bir şekilde, Cumhuriyet yıllarından söz ediyorum; Sosyalizmi anlatıyor, hayali sosyalizmi anlatıyor…Louis Blanc,Prudhon,  Karl Marks, bütün bunları anlatıyor. Bütün bunlar Cumhuriyetin ilk yıllarında ders kitaplarında yer alan konular…”İşçilere ait kanunlar, iktisadi tekemmül ve içtimai siyaset…Gördüğünüz gibi o denli sosyal içerikli bir ders programıyla karşı karşıyayız ki…Bu kitabın sayfa sayısı beş yüze yakın. Şimdiki lise son sınıflarda okutulan ya da Çağdaş Dünya Tarihiyle ilgili olarak edinilen bilgilerle karşılaştırdığımız vakit son derece radikal bir değişikliği fark edebiliyoruz. Çağdaş Dünya Tarihi ile ilgili, 16 sonrası oranlara bakıyorum eğitim programımızda –ki ne kadar bilgi veriyoruz Dünya Tarihi hakkında- buna bakıyorum, %7 civarında bilgiyle donatıyoruz öğrencileri…Verdiğimiz bilginin sadece %7’si çağdaş dünya ile ilgili… Cumhuriyetin ilk yıllarında bu oran %70 arkadaşlar yani on misli…Ve işin ilgici öyle konular var ki bugün konuşuyoruz yeni ders kitaplarımızın içine alalım mı diye…Meşrutiyet öğrencileri ve Cumhuriyetin ilk yıllarının öğrencileri, o zaman 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi yok, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi var..Ve bu belge, 17 maddelik bu belge ders kitaplarının bir parçası bu dönemde. Ve şerhlenmiş bir şekilde, çok ayrıntılı. Bu ders kitaplarında bugün görmediğimiz türde bir toplumsal düşünce içeriği var. Bir Voltaire’i okuduğunuz vakit, sanki bir felsefe dersindeymişsiniz gibi bir derinlik kazanıyorsunuz bu kitaplarda. Hakikaten hiç olmazsa yarım sayfa Voltaire’den söz ediyor, yarım sayfa Rousseau’dan söz ediyor, yarım sayfa Diderot’dan bahsediyor…Kısacası bu Aydınlanma Düşüncesi üzerine kurulu ders kitapları bunlar. Büyük ölçüde Aydınlanma Düşüncesini simgeleyen ders kitapları…
Bu türde değişiklikler ne zaman oldu, hemen ondan söz edeyim size.
Yani bu ders kitaplarındaki Aydınlanmacı Düşünce, bu ileri dönük, liberal, ulusçu ama aynı zamanda liberal düşünce nerede kırılma noktası yaşadı ; hemen söyleyeyim 30’lu yıllarda…30’lı yıllar biliyorsunuz bir buhran dönemidir, kriz dönemidir dünya ekonomisi bağlamında.. O nedenle Türkiye Tarihinin 20’leriyle 30’ları farklıdır. 30’larda rejim kendi içine kapanma gereği duymuştur, çünkü II.Dünya Savaşı tehdidi gündemdedir. Ve ekonomik buhran nedeniyle, kendi yağımızla kavrulmak durumundayız…İşte devletçilik ve benzeri politikalar o tarihte gündeme gelmiştir. Ve bu tarihte de giderek biz, kendi bünyemizde bir dayanışma yaratmak için pedagojik kaygıları ön plana çıkartmışızdır ve tarihimizde giderek içe dönük bir boyutu vurgulama çabası içinde olmuşuzdur. Her şeyden evvel Aydınlanmacı bir düşünce yapısından çok daha etnisite öğesini vurgulayan bir düşünce yapısına, Orta Asya’ya yönelmişizdir tarih kitaplarında. Ve bu yönelişle birlikte Türklerin Tarihini okur bir konuma gelmişizdir. Kendi tarihimizi inşa etme gereğini duymuşuzdur. O dört ciltlik kitabı biliyoruz; o tarihlerde ve daha sonra o tarihlerdeki bilgiler doğrultusunda kitaplar oluşturulmuştur ama bugünkü kadar kötü bir durum hiç bir zaman oluşmamıştır…Hemen size o tarihlerdeki, mesela o zamanın Milli Eğitim Bakanlığının tek ders kitabı olan 1940’larda yani savaş yıllarında belki de en fazla kendi içimize dönmemiz gerektiği bir evrede okutulan ders kitaplarından birinden örnek vereyim : Arif Müfit Mansel, Cavit Baysun ve Enver Ziya Karal’ın lise ders kitabı, “Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi” adlı kitaba baktığımızda oranları vereyim size – 228 sayfalık bir kitap- devamlı sayfa adetlerinde bir düşüş var her şeyden önce bu tür bilgilerle ilgili, bu 228 sayfanın 74 sayfası Avrupa, 4 sayfası Amerika, 4 sayfası uzak şark (Uzak Doğu ve Hindistan)…Cumhuriyetin ilk yıllarındaki %70’lik oran yarı yarıya düşmüş durumda %36 civarında Dünya Tarihi okuyor, savaş yılları öğrencisi…%70’lik bir orandan bugün %10’lara düşmüş durumdayız hem de Avrupa’ya entegre olmaya çalıştığım bu günlerde…Giderek kendi yağımızla kavrulan, kendimizi tanımamın ötesinde pek bir çaba göstermeyen bir konumdayız.
“Ötekine” bakmadan kendimizi tanımamız olanaksız. Kendi kimliğimizi ancak dış kimlikler bağlamında inşa edebiliriz. Ve o nedenle de bilmemiz gerekir; sınır ötesini bilmemiz gerekir. Dünyayı bildiğimiz oranda kendi kimliğimize sahip çıkabiliriz ki kendi kimliğimizi inşa edebiliriz. Maalesef bir dünyayı bilmeden kendi kimliğimizi inşa etme çabasındayız.
Özellikle üniversitelerde okutulan İnkılap Tarihi konusunda –ki lise son sınıflarda da okutulduğu için- bir örnek vermek istiyorum :
İnkılap Tarihi dersleri 1930’lu yıllardan itibaren ihdas edilmeye başlandı, önce üniversitelerde konferanslar şeklinde oluştu, daha sonra da orta öğretime alındı. Bugün üniversitelerde çok değerli hocalarımız tarafından yazılan ve okutulan İnkılap Tarihi kitaplarından birinin son satırından bir bölüm okuyayım , -İnkılap Tarihi dediğimiz yani bugünkü Türkiye’yi algılamak durumunda olduğumuz kitap nerede son buluyor onu size açıklamak açısından önemli- Ahmet Mumcu hocamızın Mükerrem Kamil Su ile birlikte yazmış olduğu ve MEB tarafından yayınlanmış…Şöyle “Atatürk’ün beklenen acı ölüm haberi gelir gelmez, hükümet bir bildiri yayınladı. Türk Milletine bir baş sağlığı diledi. 11 Kasım günü toplanan TBMM, Atatürk’ün en yakın silah ve fikir arkadaşlarından İsmet İnönü’yü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı seçti.”
Biz 1938’de İnkılap Tarihi’ni bitiriyoruz.
Aslında 1930’lu yıllarda İnkılap Tarihi ihdas edildiği vakit o tarihlerde bitmesi son derece doğal ama yetmiş yıl sonra biz hala aynı tarihte bitiriyorsak bunun üzerinde biraz kafa yormamız gerekir.
Oysa daha sonra biz daha ilerileri gitmemiş miyiz ? Gitmişiz. Mesela Enver Ziya Karal’ın gene 1978’deki bir kitabı var. Adı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi olarak değişmiş durumda. 1918-1965…Biz bir aralık 1965’e kadar gelmişiz bu derslerde. Sonra tekrar geriye çekmişiz bu dersleri. 1965’den 1938’e kadar geri gitmişiz. İleri gideceğimize, güncelleştireceğimize, giderek itmişiz tarihi…Korkmuşuz, bir şeylerden korkmuşuz. Güncellikten korkmuşuz.
“Ezber” diyoruz…Çocuklar son derece haklı; ezberlemeyip ne yapacaklar ? Her şeyden evvel biz cesur davranmadıkça onlar da zaten bu konuda cesur davranamazlar. Bilgiyi, bugünün bilgisini vermediğimiz taktirde, öğrenciler için işlevselliği olmayan bilgiyle öğrencileri donatmaya kalktığımızda, öğrenci bunu ezberler, başka bir şey yapmaz.
Ne yapmak gerekir, açıkçası ?
Konunun aktarımı çok önemli ancak her şeyden evvel öğrenciyi bilgiyle donatmamız gerekiyor. Bu bilgi de günceldir. Tarihsel bilgi, güncel bilgidir arkadaşlar. Güncelliği ışık tuttuğu anda anlam kazanır. Ve tüm tarih kitaplarımızı yeni baştan ele almamız ve dönemlendirmemiz gerekir. Hangi bilgiyi hangi sınıfta vereceğimiz çok önemli.
Bir defa İnkılap Tarihi adlı dersi 20. Yüzyıl Türkiye’sini anlamak için kullanmamız gerekir. Ve bu nedenle de biz bu ders kitabında –ki biz bunu YÖK’e de önerdik ve kabul ettiler ama bu dersleri verecek hoca bulmakta güçlük çekiliyor- Çağdaş Türkiye’nin oluşumunu zaman ekseninde geriye doğru çekmemiz gerekir. Türkiye’de çağdaşlaşma dediğimiz vakit, modernleşme dediğimiz vakit 19. Yüzyıldan itibaren bakmamız gerekir. “Yıkılma”, “Çöküş” gibi kavramlar hala ders kitaplarımızda yer alıyor. “Osmanlı’da Gerileme”, “Osmanlı’da Çökme” gibi kavramlar… Bir kere bunlar son derece yanıltıcı. Belki 1920’lerde, 30’larda bu kavramların kendi meşuiyeti olabilir…Bir ölçüde yeni bir devlet kuruyorsunuz, geçmişinden arındırmanız gerekiyor ve tarihi sıfırlayarak yola çıkmanız gerekiyor, o yüzden “bir imparatorluğu çökertmeniz gerekiyor” ki yeni bir devleti ortaya çıkarasanız. Ve bu bağlamda “yıkılma”, “gerileme” vb. kavramları kullanmışızdır. Oysa, -ben bir tarihçi olarak şunu size rahatlıkla söyleyebilirim- Osmanlı’nın en gelişmiş dönemi en son on yıllarıdır. Osmanlı’nın bütçesine, devlet aygıtına, bürokrasisine baktığınızda çağdaşlığı görürsünüz. Osmanlı niye yıkıldı ? İmparatorluklar yıkıldı, Osmanlı’da yıkıldı ! Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya…hepsi gitti. Bu bize özgü bir yıkılma süreci değil. Her şeyden evvel “geçmişimize sahip çıkmamız” gerekir. Devamlılığı kesintiyle birlikte görebilmemiz gerekir bu perspektifte…O nedenle de biz eğer bu derslere önem vereceksek her şeyden evvel yakın dönemlere önem verilmeli…Öğretmenlerimiz çok iyi bilir, zaman yetersizliği nedeniyle, 19. Yüzyıla gelemeden dersler biter. Bırakın 20. Yüzyılı…20.yüzyılda okuyacak şey yok zaten… Ders kitaplarında 20. Yüzyılla ilgili hiç bir bilgi yok. 19. Yüzyıl da zaman kaldıysa, Tanzimat’la falan ele alınabilen bir konu…
Bir kere bizim bütün bu tarihi ileri itmemiz gerekir. Ve bir çağdaşlaşma açısından bu derslere bakmamız gerekir. Ve Çağdaş Türkiye’nin doğuşunu biraz daha tarihsel eksende aramamız gerekir. Cumhuriyetin tüm ilkelerinin, daha önceki bir entellektüel birikimin bir devamı olduğunu görüyoruz. Cumhuriyet yoktan var olmadı. O kadroların oluşması, gördükleri eğitim, bütün bunlara bakabilmek için geçmişe doğru eğilmemiz gerekir. O yüzden çok iyi bir 19. Yüzyıl ve çok iyi bir 20. Yüzyıl Osmanlı Tarihi’ne ihtiyacımız var. Bunları okutabilmemiz gerekir. Ve buradan Cumhuriyete geçişin sağlanabilmesi gerekir. Ve 1938’de kalmayıp, cesur bir şekilde Türkiye Tarihi’ni bugüne kadar getirmemiz gerekir. Bu son derece önemli…
Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde bu derslerin koordinasyonunu yapıyorum. Koç Üniversitesinde bilfiil bu derslere giriyorum. Öğrencilerin en zevkle izledikleri dönem son dönemlerdir. Geçen hafta ben 24 Ocak kararları üzerine ders veriyordum, öğrenciler bir türlü dersi bırakmadı, dersten sonra bir saat benimle tartıştılar. Anlamaya çalıştılar, bugünü anlamaya çalıştılar. Hakikaten eğer 24 Ocak kararlarını anlatırsanız bugün içinde olduğumuz ekonomik konumu da bir ölçüde onlara açıklamış olursunuz. Tabi ayrıca bugünü de anlatmak gerekir. Yani tarihin, “geçmişte kalmış bir öğe” olarak alınmaması gerekir, tarih son derece güncel bir bilgi alanıdır ve tarih bizim yarına bakışımızı belirler. Ona açılımımızı, yönelimimizi belirleyen bir bilgi dalıdır. O yüzden her şeyden evvel bizim tarih eğitimimizi güncellememiz gerekir. Ve bu güncelleştirme süreci içinde bu toplantının başlığını oluşturan yöntem ve teknikler son derece önemlidir.
Size en başında mekan bilgisinden söz ettim…Öğrenciyi sokağa çıkartmak, dolaştırmak…Öğrenci bir “fabrika nedir”; bunu görmesi gerekir….Bir işletme nedir, bir finans kurumu nedir; bunu görmesi gerekir. Onları eğer tarih bilgisiyle donatacaksak, İstanbul bu alanda en derin tarihi olan kentlerden biridir…Ayrıca kendi lokal tarihimizi yapmamız gerekir : Üsküdar’ı , Kadıköy’ü bilmesi gerekir… Yakın coğrafyayı öğrenebilmesi gerekir. Kendi mahallesinin tarihini yapabilmesi gerekir. Kendi ailesinin tarihi üzerine çalıştırabilmemiz gerekir. O bilgi gerçek anlamda ona işlevsel bir boyut katar.
İkincisi, bu tür teknikler son derece gelişti. Eskiden şunu yapardı Fransızlar : Fransa’da dökümantasyon merkezi – bunu en iyi Fransızlar yaptığı için örnek veriyorum, yoksa İngiltere, ABD’yı da örnek olarak getirebilirim çünkü ders ağırlıkları açısından son derece önemlidir sosyal bilimler Fransa’da- vardı. Hala var bugün bu merkezler. Her ünitenin ayrı bir saydam paketi olurdu. Projeksiyon makinesi son derece ucuz bir  şey…Bu saydam paketinde her ders 36 tane saydam yani dia ile öğrencilere görselleştirilirdi. Bunun ses kayıtları vardı. Bir Mediaval dönemi anlatıyorsanız o dönemle ilgili müziği vermeniz gerekiyor. Bunların özel öğrenci dosyaları , öğretmen dosyaları ayrı ayrı vardı. Bir Fransız Anayasa’sı bir döküman olarak kendisine veriliyor, yahut İnsan Hakları Beyannamesi veriliyor…Şimdi olay o kadar gelişti ki artık internet aracılığıyla interaktif bir şekilde yapılıyor; ders kitabı bile yok oldu. İnternet aracılığıyla öğrenci belirli sitelere giriyor ve bu siteler belli aralıklarla güncelleniyor. Bilgi yenileniyor. Her hangi bir döküman aradığınız vakit burada bulabiliyorsunuz. Türkiye’de de var. Eğer bir kanun arıyorsanız Yargıtay sitesine giriyorsunuz hemen 1923’ten itibaren ne kadar kanun varsa hepsini bulabilirsiniz. Bunun için bir kütüphaneye gitmeniz gerekmez. Giderek DVD, internet vb. ile bu bilgiler oluşturuluyor. Hakikaten sınırsız bir bilgi alanına öğrenciyi yönlendirmek mümkün olabiliyor. Hatta ABD’de bazı derslerde ders kitabı ortadan kalktı. Yani bir internet sitesindeki bilgi sizin ders kitabınız. O siteden istediğiniz bilgiyi indirebiliyorsunuz…Çok değişik seçenekleriniz var. Kitap, sınırlayıcı bir faktör olarak görülmeye başlandı giderek…Çünkü o kitabın içindeki alan öğrencinin dünyasını da sınırlıyor. Kitabı aşabilmek için çok daha geniş olanaklarla karşı karşıya geliyoruz artık.
Üçüncüsü giderek Avrupa’ya entegre olma süreci içerisinde olan Türkiye’nin özellikle yeni alanları keşfetmesi gerekiyor tarih eğitiminde…Bunların başında da hukuk alanı çok önemli. Bir şekilde tarih kitaplarımızda hukuka ayrı bir ağırlık vermemiz gerekir. Çünkü o hukuk da artık kendi iç mevzuatımız değil. Avrupa bünyesinde...Şu kadar sayfa çevriliyor şu anda. Özellikle bu hukukun bizim güncel yaşamımızı belirleyen ve birey kimliğini oluşturmakta son derece önemli olan İnsan Hakları Hukuku gibi. Ya da uluslar hukuku –uluslar arası hukuk demiyorum, uluslar hukuku- çünkü giderek ulus-üstü bir hukuk oluşmakta. Biliyorsunuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemeleri vs. var çok önemli faktörler bunlar. Bu konuda öğrenciyi bilgilendirmek, Avrupa bilgisiyle donatmak…Bunu bir şekilde yapmamız gerekir. Bunlar Talim Terbiye’nin de gündeminde ama bir şekilde okullarımız bu alanda başı çekebilir. Hiç bir şey olmasa bunları ek bir takım konferans vs. şeklinde öğrenciye yansıtabilir. Ve bunu yapıyor bir takım okullarımız. Öğrenciyi güncel dünya bilgisiyle donatabilecek bilgiyi verebilmek; bunun son derece önemli olduğu kanısındayım.
Dördüncü bir faktör de sosyal bilimler diyoruz, beşeri bilimler diyoruz…İnsan bilimleri de bu alanın içine girmesi gereken bir faktör ki öyle yapılıyor zaten; bu dersleri çok daha entegre bir şekilde verebilmemiz gerekiyor. Burada belirttiğim gibi olayı sadece siyasi tarihle, savaşlar yahut barışlarla sınırlı bırakmamamız gerekir. Her şeyden evvel öğrenciye estetik bilgi verebilmek gerekir, estetik duygu yaratmak gerekir. Bu da sizin gibi kurumların olanakları dahilinde bir şeydir. Estetik duyguyu verebilecek bir boyut katabilmek…Her türlü diğer derslerle entegre bir şekilde yapıldığı zaman, müzik gibi, resim gibi birtakım derslerle birlikte yapıldığı zaman hakikaten öğrencimizi çok daha donanımlı bir şekilde yetiştirebileceğimiz kanısındayız…
Görevimiz epey görüyorsunuz. Yoğun ve yüklü bir görev. Umarım bu alanda yakın bir gelecekte standartlarımızı yukarı doğru çekeriz ve Türkiye, Avrupa Birliği yolunda gerçekten kendine yakışır bir birikimle yol alır ve bu entegrasyonu kültür alanında da başarılı bir şekilde gerçekleştirir…
Çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MOĞOLLAR-SARI TEHLİKE

https://drive.google.com/file/d/1jbosXfTm3SLJgWd7SQDw878MnXWq2jmC/view?usp=share_link