30 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye ve Rusya - Murat Belge (Makale)

Batılılaşma: Türkiye ve Rusya

Kaynak : Türkiye’de Modernleşme ve Batıcılık; İletişim Yayınları
 
M U R AT   BELGE


Dünyada "Batılılaşma" adıyla tanınan bir süreç, bir program, bir fiil varsa, bunun ilk örneği Osmanlı ve Rus imparatorluk­larında görülmüştü. Böyle bir örneğin or­taya çıkış tarihi de Rusya için yaklaşık 17. yüzyılın son on yılı, Osmanlı imparator­luğu için de 18. yüzyılın ilk yarısı olarak saptanabilir. Bu tarihlerde Batı, "Batı" di­ye tanımlanabilecek özelliklere sahip farklı bir bütünlük olmaya başlamıştı, ama o da bu sürecin oldukça erken aşa-malarındaydı ve kendisi de "Batılılaş-ma"ya devam ediyordu. Yaklaşık bir yüz­yıl sonra, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi'nin gerçekleşmesiyle Batı, Batı ola­caktı. Özellikle ikinci olgu Batı'yı bütün dünyada tek ve benzersiz bir konuma yerleştirecek ve bundan böyle "Batılılaş­ma" fiili "Batılı" olmayan bütün dünya­nın başlıca uğraşı haline gelecekti. Daha sonraları, bu "Batı" kavramında, bu işi yapanlar için biraz tedirgin edici çağrı­şımlar bulunduğu için, kulağa daha nötr gelen "modernleşme" terimi daha yaygın bir tercih görecektir.
Batının hemen doğu kıyısında, Avras­ya'nın bitişme noktasında, "r" ile "a"nın bulunduğu yerde, Rus ve Osmanlı impa­ratorlukları bulunuyordu. Batının batısın­da ise önce bir okyanus, sonra da okyanusu aşarak kurduğu Amerika kolonileri yer alıyordu. Bunların "Batılılaşma" diye bir kaygıları olmadı. Hatta, tersine, kendi ana ülkelerine karşı siyasî bağımsızlık savaşı vererek nihaî kimliklerini edindiler. Ama kültürel anlamda "Batıdan başka bir şey olduklarını” düşünmüyorlardı. Zaman içinde yoksul kalan Güney "modernleş­me" gereğini duydu (Arjantin, Şili ve Uru­guay'ı kastediyorum) ama "Batılılaşma" kavramı onların sözlüğüne uygun bir kav­ram değildi.
Dolayısıyla bu ada uyan çabayı ilk başla­tanlar, o Batı'ya göre Doğu'nun başladığı çizgideki komşular oldu. Aynı tarihlerde Asya'nın büyük çaplı medeniyetlerinden Hindistan Batılılaşma değil, sömürgeleştirilme sürecinin başındaydı. Bu, daha son­raki dönemlerde, dünyanın büyük bir kıs­mında insanların Batı ile gerçek yüzleşme­lerinin biçimi olacak ve Batılılaşma ile kolonizasyon iç içe yürüyecekti. Ama Do­ğu'nun en batısındaki Türkiye ve Rusya ile bir süre sonra onlara katılma gereği du­yan İran'da, ayrıca Doğu'nun en doğusun­daki Çin ile Japonya'da, bu anlamda bir sömürgeleşme görülmeyecekti. Ancak, 17. ve 18. yüzyılların dönüşünde, Uzakdo­ğu'nun bu büyük medeniyetlerinin Batı ile tanışıklığı henüz hiç ileri gitmemişti.
"Batılılaşma", Türkiye ile Rusya'nın or­tak özelliği haline geldi. Süreç ilerledikçe,
kaçınılmaz benzerlikler görüldü. Ama bütün bu benzerlikler benzemezlikler üretiyordu. Başlangıçta bunlar muhteme­len mahiyet farklılıklarından çok derece farklılıklarıydı. Ama süreç ilerledikçe, klasik deyimle, niceliksel farklılıklar nite­liksel farklılıklara dönüştü.
Bir örnek olarak, bir benzerlik üstüne birkaç şey söyleyeyim. Rusya'nın Batılı­laşmasının baş kahramanı Büyük Petro'dur. Petro henüz tam iktidarla Çar ol­madan önce Avrupa'ya gitmiş, orada bir yılı aşkın süreyle kalmıştı. Çok zaman kimliğini de gizleyerek, Batı'yı Batı'da öğ­renmek için çalışmaya başlamıştı, İngilte­re'de dört ay kaldıktan sonra Hollanda'ya geçmişti. Oradaki incelemelerinden sonra Viyana'ya gitmeye hazırlanıyordu (Os­manlılar gibi Ruslar için de, o konjonk­türde, ilk ciddi Batı Viyana'ydı). Buraya varmışken ya da varmak üzereyken ken­disini acele Moskova'ya çağıran bir gizli mesaj aldı: Streltsi ayaklanmıştı.
Streltsi özel bir askeri birlikti. "Devşirme"lik gibi bir durumları olmamakla bir­likte, bizim Yeniçeriler'e birçok bakımdan benzerler. Bir kere bir "hassa" birliği ola­rak Çar'a yakın ve ayrıcalıklıydılar. Tarih­te, birçok savaşta başarılar kazanarak bu ayrıcalıklarını arttırmış ve pekiştirmişler­di. Böylece epey şımarmış, başına buyruk bir hale gelmişlerdi. Askerlik dışında, çı­kar elde etmelerini sağlayan kazançlı işle­re el atmışlardı. Yine bozulma sonrası Ye­niçeri ocağı gibi, hanedanlaşmış, ayrıca­lıklarının çocuklarına geçmesini garanti altına almışlardı. En önemlisi, bütün bu avantajları toplumsal ilişkilerin olduğu gibi devam etmesine bağlıydı ve onlar da bunun bilincindeydiler. Bu, muhafazakârlaşmanın temel koşuludur. Petro, Rus­ya'yı değiştirmeye karar vermişti; Streltsi değişime karşıydı.
isyan bastırılır gibi olmuştu. Ama Petro dönünce "Deli" sıfatını da hak ettiğini gösterir bir şiddetle isyancıları cezalan­dırmaya girişti. Bütün iktidarı da kendi eline aldı. Bu Streltsi'nin sonu ya da son isyanı olmadı. Direniş biraz daha sürdü. Ama sonunda Petro kazandı; birliği dağıt­tı ve eritti. Reformlara girişti.
Bundan bir süre sonra Osmanlı'da Pat­rona isyanının çıkması, ilginçtir.
Gerçi bu isyan "Lâle Devri" dediğimiz dönemde girişilen politikayı değiştirmez; III. Ahmet'i değiştirir, ama onun yerine geçen I. Mahmut isyanı çıkaranları yok ettikten sonra kalınan yerden devam eder. Ama kalınan yer de, devamı da, Petro'nun girişiminin yanında son derece cılızdır.
Ülkenin askerî gücünün muhafazakâr ve bağımsız bir politik güç haline gel­mesi, o ülkede pek fazla değişim imkânı bırakmaz. Petro bu durumla karşılaştı ve göğüs göğüse savaşı seçerek bu önemli engeli bertaraf etti. Tarih 1699'du - Osmanlılar'ın Karlofça'yı im­zalamak zorunda kaldığı yıl. Vaka-i • Hayriye ise 1826'dır.
İşte bu, bir bakıma, basit bir "zaman farkı" gibi görünebilir. "Biri hızlı gitmiş, "öbür ağırdan almış" diyebilirsiniz. Bu ka­dar kocaman ve karmaşık toplumsal sü­reçler söz konusu olduğunda, neyin ni­çin "daha iyi" olduğu ("daha iyi" ne de­mek zaten?) belli olmaz gerçekten de. Ama bu zamanda öncelik, bütün sürecin daha yaygın ve daha derin işlediğinin de kanıtıdır. Bu çerçevede, hızlı davranma­nın bir avantaj olduğunu yoksamak pek de kolay değildir.
Bu "radikalizm" farkı, sürecin başından beri, kendini her an ve her durumda belli eder. Petro'nun Avrupa gezisinin tamamı (Riga ve Königsberg'den Berlin'e, sonra İngiltere ve Hollanda'ya, oradan Viya­na'ya) bir buçuk yıla yakın sürmüştür. Rusya dışına çıkan ilk Çar'dır. Türkiye dı­şına çıkan ilk sultan Abdülaziz'di. Onun gezisi Petro'nunkinden yaklaşık 170 yıl sonradır; Paris, Londra ve Viyana'yı kap­sayan bu gezi üç ay sürdü. Ama bu sayısal karşılaştırmaların ötesinde, gezilerin niteliği önemlidir. Petro konuk devlet başka­nı olarak değil, neredeyse stajyer öğrenci gibi gitmiş, bedenî çalışmaya girmiş, gemi inşaatında çıraklık etmiş, hastanesinden fabrikasına her türlü kuruma giderek Av­rupa'da işlerin nasıl yapıldığını anlamaya çalışmıştı. Bir an için, Petro'nun buradaki çağdaşı III. Ahmet'i benzer işler yaparken hayal etmeye çalışalım. Galiba hayal et­mesi dahi mümkün değil.
Petro'nun bu kişisel davranış ve özel­liklerini vurguluyorum. Tarih elbette kişi­lerin özelliklerine göre biçimlenmez; ama kişiliğin tarih üzerindeki etkisi ne kadar sınırlı olursa olsun, sonuçta o da bir iz bı­rakacaktır. Petro'nun etkisi, ülkenin Batı­lılaşma sürecine - Osmanlı'ya kıyasla -kararlı ve gözüpek bir tutumla girmesini sağladı. Bu üslupla girilmesi de sürecin bütününün karakterinde etkili oldu.
Ama, her "kişisel" etkinin de yine "ta­rihî" bir açıklaması olması gerekir. Niçin Rus tarihi, bu işe bu kadar istekli bir Çar üretebildi de, aynı şey Osmanlı bağla­mında (en azından daha bir yüzyıl bo­yunca) görülmedi.
Bu yazıda ortaya attığım- ve atacağım başka sorular gibi bunun da cevaplandı­rılması kolay değil. Koskoca toplumlar­dan, son derece karmaşık süreçlerden, üstelik, tarihte çözmesi en zor şifrelerden biri olan ideolojik formasyonlardan söz ediyoruz. Sorduğum bu sorulara kendi­me göre bazı cevaplar vermeye çalışaca­ğım, ama bu noktaya gelmişken, bunla­rın ne kadar varsayımsal olduğu konu­sunda bir uyarıda bulunayım.
Böyle bir karşılaştırmada akla gelen ilk açıklamalardan biri "din" oluyor: Rusya Hıristiyan'dı, dolayısıyla Batılılaşmak on­lar için zor olmadı; oysa Müslüman Os­manlı'nın "gâvur" diye küçümsediği Batı'ya kendini benzetmeye çalışması çok daha güçtü.
Bu argümana çok fazla katılmıyorum. Argümanın ikinci bölümü üstüne söyle­nebilecek fazla söz yok. Ampirik olguların incelenmesi de, bunun Osmanlı için çok zor olduğunu gösteriyor. Benim itira­zım daha çok argümanın birinci kısmıyla, yani Hıristiyan olmanın Rusya'nın işini kolaylaştırması görüşüyle ilgili. Bunun çok doğru olduğu kanısında değilim.
Rusya'nın "Ortodoks", Batı'nın ise "Ka­tolik" ve "Protestan" olması yeterince ayı­rıcı olabilirdi. Ne kadar ayırıcı olacağı, ta­rihî konjonktürde belirlenir. Somut kon­jonktürün somut öğeleri bir dini veya bir ideolojik formasyonu ötekine yaklaştıra­bilir ya da aralarına aşılmaz uzaklıklar koyabilir. Birinin ya da ötekinin olması, bu ideolojilerin kâğıt üstünde formülleyeceğimiz benzerlik veya benzemezlikle­rinden çok, somut konjonktürdeki tarihî eğilimlerin nihai üst-belirlenme biçimine bağlıdır. Petro'dan çok farklı bir dünya görüşü olan bir Çar, öğretiyi, Ortodoks­lukla öteki mezheplerin ebedi çatışması sonucunu çıkarsayacak biçimde yorumla­yabilir ve Batı'ya açılan bütün pencereleri kapatabilirdi. Buna karşılık bir Osmanlı padişahı, "Hepimiz ehl-i Kitab'ız" gibi bir yorumla, varolan ayrılıkları yumuşatmaya girişebilirdi. Dolayısıyla, yalnız verili ide­olojinin akademik denebilecek bir tanı­mından yola çıkarak bu gibi büyük tarihî süreçleri açıklayamayız.
Karşıt yönde ilerleyen iki adam, kısa bir süre, optik bir kesitte yan yana, üst üste görünebilir. Ele aldığımız tarihî dö­nemeçte böyle bir şey olmaktaydı.
"Rus" adı, bugün bu adla andığımız Slav boyuna, Kiev çevresinde, muhteme­len başlarındaki Viking krallarından ötü­rü verilmiştir (Rurik soyu). Moğol işgali "Kiev Rus" devletini yıktı ve onların güç­lerini kaybettiği sıralarda Rusluk, Mosko­va Knezliği (Prensliği) çevresinde yeni­den güçlenmeye başladı. Bundan sonra, Rusya'nın gitgide güçlenip büyüdüğünü görüyoruz. Sürece daha yakından, kısa dönemlerde baktığımızda, bu bakışta hep olacağı gibi, birçok ilerleme ve gerileme, çatışma, yengi ve yenilgi görürüz. Ama kuşbakışı perspektiften görülen, oldukça tutarlı bir ilerleme çizgisidir.
Rusya, uzun süre hep "bir şeylerin ortasında" yaşadı. Doğusunda Sibirya, uçsuz bucaksız, uzanıp gidiyordu. Güneyini Osmanlı'ya bağlı, eski Moğol egemenliğinin kalıntısı, Tatar Hanlığı kuşatmıştı (kısmen, doğusunu da). Batı'da ise Lehler ve Haltlar, onların gerisinde Iskandinavlar vardı. Rusya'nın bütün o Ivanlar zamanında süren mücadeleleri, bir çukurluktan düze çıkma uğraşı gibiydi. Bu metafor çerçevesinde, ayağını yükseltiye basıp, onun gerisinde neler olduğunu görmek, ilk kez Petro'ya nasip olmuştu. Dolayısıyla Petro aklını öncelikle denizciliğe takmıştı. Kara kenti Moskova'dan Baltık kıyısına gelmesi ve inanılmaz feda­kârlıklarla (ve zorbalıkla) yeni başkent Petersburg'u yaptırması da bunun içindir, Prut'u da içeren, Karadeniz'e çıkma çabaları da.
Petro'nun ardında, yükselen koca bir toplumun "pozitif enerjisi" olduğunu söylemek istiyorum. Rusya kendisini kuşatan engelleri belirli bir ölçüde aşmış ve durduğu yerden yeni bir dünya görmüş, o dünyayı beğenmişti. Oraya ulaşmak için oraya benzemesi gerekiyordu ve bu göze alınabilir bir şeydi.
Aynı tarihlerde Osmanlı Devleti kendi durumundan hoşnut değildi. Osmanlı Devleti Rusya'nın şimdi hissettiği o yükselme duygusunu çoktan yaşamıştı. Sorun da buydu. Osmanlı için, geride kalmış bir Altın Çağ vardı ve bu her şeye bakışı belirliyordu. Pek çok incelemeci, Osmanlı'da evrensel anlamda bir "reform" kavramı bulunmadığına dikkat etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı varolan durumun iyi bir durum olmadığının fazlasıyla farkındaydı ve bundan kurtulmak için sürekli uğraş içindeydi. Ancak bu uğraşın özü, yeni bir şey yaratmak değil, esin duruma dönmenin yolunu aramak şeklinde açıklanabilir. Şu halde, "reform" değil, "restorasyon" diyebiliriz.
Rusya'nın çabası Avrupa'da kendine yer açmak içindi; Osmanlı'nınki Avrupa'daki yerini korumak için. Ancak, 18. yüzyıl başındaki, "ilk" Batılılaşma çabası diyebi­leceğimiz girişimin zamanı ve niteliği il­ginçtir. Zaman, Karlofça ve Pasarofça'nın imzalanmasından sonradır. Yani, bir Av­rupa gücü olma imkânının ortadan kalk­tığının sert bir şokla anlaşılmasından son­ra. Avrupa gücü olmak bir yana, bu kıta­da ayak basmaya devam etmek de, bun­dan böyle, son derece zordur. Öte yan­dan, Lâle Devri "Batılılaşması" Osmanlı için "restorasyon"dan "reform"a doğru bir tercihin ilk kıvılcımı sayılabilir. Ama bir kıvılcımdan pek fazla ileriye geçme­miştir - "bugüne kadar" diyebiliriz.
Mizancı Murat Bey bu psikolojiyi şöyle anlatır: "Dinleriyle mazilerine mağrur olan Osmanlılar için Frenklere taklit et­mek tariki pek sakim gelir idi." Doğru­dur. Bunun sonucunda, ele aldığımız bu ikili çerçevede, Rusya Batılılaşma'ya, "Ne kadar çok Batılı olabilirim?", Osmanlı ise "Ne kadar az Batılı olmakla yetinebilirim?" sorularıyla girmiş gibidirler. Bunun sonuçları da zaten bellidir.
Benzemezlik, böylece, daha en başından ortaya çıkıyor ve büyümeye başlıyor. Bu­na rağmen, yapılan işin mahiyeti, çok te­mel bir alanda, önemli bir benzerliğin uzun zaman devam etmesini gerekli kıl­mıştır. Bu, "toplumda 'aydınların yeri" diyebileceğimiz bir alandır.
Bilgi her toplum için önemlidir ve bü­tün toplumsal biçimlerde sınıflaşma olur­ken bir bilgi "kast"ı da oluşmuştur: Çin Mandarinleri, Mısır rahipleri, Ortaçağ'da kilise, Osmanlı'da ulema vb.
Batılılaşma ile birlikte ortaya çıkan "bil­gi ihtiyacı", bilginin (ve bilginlerin) bu eski biçimlerinden farklılaşan özellikler taşır. Burada başlıca sorun, istenen bilgi­nin, başka bir yerde üretilen bir bilgi olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun ba­şından beri, bilgi, adı üstünde, Ulema sı­nıfının elindeydi. Ama bir an gelmiş, dev­let, Ulema'nın kendisine verdiği bilgi ve düşüncelerin yetersiz olduğunu görmüş, yetersiz kaldığına karar vermişti. Tam bu sıralarda, Osmanlı Devleti, ilk kez uzunca bir süre kalmak üzere bir elçi (tabii Fran­sa'ya) gönderir ve Mehmet Çelebi'nin orada gördüklerini anlattığı "rapor" özel bir önem kazanır. Bu, bilginin olduğu ye­re o bilgiyi alıp getirecek birini gönder­menin örneğidir. Ama aynı zamanda iki adam memlekette önemli işler yapmaya başlarlar: İbrahim Müteferrika ile Humbaracı Ahmed Paşa. Birincisi Macar, ikin­cisi Fransız'dır, ama bazı rastlantılarla iki­si de Müslüman olmuştur. Bu, o aşamada devletin işini muhtemelen kolaylaştır­maktadır, ama sonuçta her ikisi de, dışa­rıda, bilginin olduğu yerde öğrendiklerini Osmanlı Devleti içinde uygulamaya baş­layan "ecnebi"lerdir.
Bu iki küçük örnek, böyle bir sürecin zorunlu ve temel parçalarıdır. "Kökü dı­şarıda" olan bilginin artık içselleştirilmesi gerekmektedir. Bunun için dışarıdan uzmanlar gelip süreci başlatacak, o bilgi­lerle donanan insanlar yetiştireceklerdir; bu insanlar sonradan gereğinde o uz­manların yerini alabilecektir. Ama süreci hızlandırmak ve çapını genişletmek için bir yandan dışarıya insan göndermek ve onların orada yetişmesini sağlamak gere­kecektir.
Yukarıda değindiğim "nicelik" ve "nite­lik" konuları burada da hemen kendini gösterdi. II. Mahmut, 1826'dan sonra, muhtemelen 100 kadar Osmanlı gencini Batı'da öğrenime göndermiştir. Petro yüz yıldan fazla zaman önce binlerce kişiyi göndermişti, içeride açılan okul, öğrenim gören kişi, hem zaman hem sayı olarak aynı oranlardadır. Petro o tarihlerde Bi­limler Akademisi kurmuş, takvimi değiş­tirmiş, Kiril alfabesini sadeleştirmiş, ilk Rus gazetesini kurmuş, edebiyat çevirilerini başlatmıştı, ilk Rus tiyatrosu, sonra­dan Kızıl Meydan adını alacak yerde tem­siller verdi. Kadın-erkek kaç-göçünün te­melleri sarsıldı.
Belli ki, "dışarıda üretilmiş bilgi" Rus­ya'ya hem daha gür bir biçimde akıtılmış, hem de içeride daha çok kişinin üstüne akması sağlanmıştır.
Bu durum, bir toplumsal değişim de­mektir; her toplumsal değişim de pek çok yeni sorun üretir, ilkin, en genel biçimde, toplumda olanlara bakalım: Toplum, ken­di tarihi boyunca, o tarihin girinti ve çı­kıntılarına göre biçimlenen bir sınıflaşma ve tabakalaşma yaratmışken, toplumda farklılıklar buna göre biçimlenirken, şim­di ortaya yepyeni bir etken çıkmıştır: Bu yeni (ve "yabancı") eğitimi alanlar. Sözge­lişi, geleneksel durumda Boyar/Mujik ay­rımı varken, bu yeni etken denklemin "Mujik" kısmını başlangıçta pek fazla et­kilemeyecek, ama "Boyar" kısmında he­men "Batılılaşan/Batılılaşmayan" ayrımı başlayacaktır. Süreç ilerledikçe bu yeni "boya" her yere - değişen koyuluk dere­celerinde - bulaşacaktır.
Bundan ilkin "eski bilgi kastı" zarar gö­recek ve ilk muhalefet oradan başlayacak­tır. Daha sonra, çeşitli sınıf ve tabakalar ve onların ara bölümleri, yürürlükte olan sürece eklemlenme biçimlerine göre veya oradan dışlanmalarına göre, yeni koşulla­rın getirdiği kazanç ya da kayıplara göre, duruma karşı çeşitli tavırlar alacaklardır. Homojen bir destek veya homojen bir reddiye beklenemez.
Her iki tercih da, çok uzun olmayan bir süre içinde, Batılılaşma'ya karşı akım­lar üretti ve geliştirdi. Osmanlı Devleti'nde Batılılaşmanın yaygınlaşması Tanzi­mat'ı bulmuştur. Burada söz konusu etti­ğim türden toplumsal çatışmaların en iyi yansıdığı kerte olması bakımından Tanzi­mat edebiyatında karşımıza çıkan temalar üzerinde durabiliriz. Aslında bu konuda inceleme yapan herkesin hemen dikkat ettiği gibi, o dönemde "roman,yazan" biri, doğal olarak, çizginin Batı tarafında duran biridir. Ama bu erken dönemin aşağı yukarı bütün romanlarında bir "alafrangalık" eleştirisi vardır. Berna Moran bu ilk dönemin hicvedilen tiplerini "Alafranga Züppe" olarak adlandırır ve Kurtuluş Savaşı aşamasına gelindiğinde bunun "Alafranga Hain"e dönüştüğünü anlatır. Jale Parla ise erken dönem romanlarında, baba evinin geleneksel de­ğerlerini, maddi servetle birlikte harcayan mirasyedi tipini ve temasını işler. Her iki yazarın incelediği simgeler aslında aynı bütünün parçalarıdır ve Mizancı Murat Bey'in "Dinleriyle mazilerine mağrur olan Osmanlılar için Frenklere taklit etme"nin ne kadar dayanılmaz bir şey olduğunu gösterirler. Çünkü bu toplumsal bölün­mede, Batı tarafında olan yazarlar, kendi yaptıkları işin toplumsal sonuçlarından da ürkerek, herkesten önce kendileri "alafrangalaşmış" tipleri teşhir etmeye ça­lışmaktadır.
Batılılaşma Rusya'da da benzer tepkiler yaratmıştı. Zaman içinde, Panislavizm bunların içinde en güçlü ve en kolay ta­nımlanabilir tepki olarak sivrildi. Ama Rusya'daki bütün ideolojilerde biraz Batı tepkisi bulunur. Narodnizmde de vardır bu, Rus tipi Marksizmde de. 1917 Devrimi'ni gerçekleştiren1 Enternasyonalist Devrimciler kuşağının yerini alan (Stalin'le birlikte) ikinci kuşakla hemen "mil­lîleşme" başlar.
Gelgelelim, Rus edebiyatında ve roma­nında gözlemlediğimiz "Batı", buradaki kadar dışsal ve yüzeysel değildir. Rus ay­dını Batı'ya belki burada olduğundan da­ha şiddetle karşı çıkmaktadır, ama aynı zamanda onu çok daha iyi bilmekte ve anlamaktadır. Rus romanlarında gördüğümüz "Batılı" karakterlerin özellikleri, Felatun Bey gibi pantalon dikişlerinin patlamasına benzemez. Osmanlı, Batılı tipi anında karikatürize ederek dışlaştırmış ya da dalaştırdığını sanmış ya da başkalarını buna inandırmaya çalışmıştır. Ama Felatun'un pantalon dikişini attıran Ahmet Mithat kendisi parayla, mülkle, ekonomiyle, tamamen Batılılaşmanın be­lirlemesi altında bir ilişki geliştirmekten geri durmaz.
Rusya'da Batı'yla en büyük sorunu olan Dostoyevski'nin, Raskolnikov'dan Stavrogin'e birçok karakterinde Batı'nın bir Rus için en yıkıcı olduğuna inandığı eğilimlerini incelerken, bu karakterlere ne kadar değer verdiğini de görmemek mümkün değildir.
"Batılılaşma" gibi bir sürecin, uzun sü­re, bir "kültürel ithalat" şeklinde işleme­mesi mümkün değildi. Dünyada "Batılı­lık" denilen özellikler manzumesini (bu­nun pek çok özgül versiyonunu) Batı'nın kendisi üretiyordu. Sanayi Devrimi'yle birlikte bu dönüşüm, Batı'da, doğanın dönüştürülmesi olarak anlaşılmaya baş­landı, ilk ciddi tepki, Romantizm akımı olarak biçimlendi.
Dickens'ın Hard Times romanını bu tepkinin biraz daha sonraki, ama olduk­ça derli toplu bir örneği olarak kabul edebiliriz. Dickens burada bu yeni buhar gücünün, onun ürünü fabrikanın, onun ürünü Manchester tipi yeni proleter kentlerinin özelliklerini çizer: "Kırmızı tuğladan bir kentti, ya da duman ve kül izin verse kırmızı kalacak tuğladan. Ama şimdiki durumda, bir vahşinin boyalı yü­zü gibi, doğadışı bir kırmızı ve karadan oluşmuş bir kentti. Makinelerin ve uzun bacaların kentiydi, bu bacalardan durma­dan ve durmadan bitmez tükenmez du­man yılanları dolana dolana çıkıyordu... içinde kara bir kanal akıyordu... Bir buhar makinasının pistonu tekdüze çalışı­yordu... Birbirine benzer birkaç büyük sokağı, birbirine daha da benzer birçok küçük sokağı..."
Kent böyledir. Kentteki bir okulda, bir ders sahnesi de şöyle anlatılır: "Thomas Gradgrind, bayım. Gerçekçi bir adam. Olgu ve hesap adamı, iki kere ikinin dört ettiği ve daha fazla bir şey etmediği ilke­sinden sapmayan ve bundan fazla her­hangi bir şey olacağına hiçbir zaman kanmayan bir adam... Elde bir cetvel, bir de terazi, insan yaradılışının herhangi bir paketini ölçer, biçer, ne ettiğini size tas­tamam söyler.
'Yirmi numaralı kız,' dedi Mr Gradg­rind, dört köşe işaret parmağıyla dört kö­şe işaret ederek..."
Evet, Sanayi Devrimi sonrası İngiltere. Felsefede faydacılık, siyasette kolonyalizm/emperyalizm, ekonomide kapitalizm - toplumsal hayatta servet ve sefalet. Dic­kens gibi bir yazar için korkunç bir süreç. Ama bu süreç her yerden çok onun kendi ülkesi olan Britanya'da işliyor. Gözünün önünde oluyor her şey. Sır değil, açıkça. Hayat değişiyor, doğa değişiyor.
Rusya'da Hard Times'la en rahat kıyas­layacağımız roman Turgenyev'in Babalar ve Oğullar'ıdır. Oradaki Bazarov da böyle "olgu"lara, "iki kere iki dört eder"lere düşkün biridir. Ama Bazarov yabancı ül­kede öğrenim görmüş bir Rus'tur; dolayı­sıyla -Turgenyev'e göre- Rusya'ya "yaban­cılaşmıştır".
İlk Batılılaşan iki ülke, Osmanlı ve Romanov imparatorlukları, Batı'da hayatın kendisini değiştiren mekanizmaları uzun zaman - belki bugüne kadar - kendileri kuramadılar. Bilgisini çeşitli biçimlerde ithal ettiler. Dolayısıyla, 19. yüzyılda başlayan ve bizi bugünün kapitalizmine getiren süreç bu ülkede Doğa'nın değiş­mesi olarak değil, kültürün değişmesi ola­rak yaşandı. Böylece, modern kapitaliz­me, onun teknolojisine, onun sınıflaş­masına, onun hayatın her alanını kendi­ne göre değiştirmesine duyulan tepkinin içine, kaçınılmaz bir "yerli/yabancı" bo­yutu da eklendi.
İki ülke arasındaki, buraya kadar anlat­tığım tempo farkından ötürü,; Rusya, Ba­tı'da olanları çok daha yakından izliyordu. Türkiye'de ise her şey çok daha silik ve soluk, çok daha fazla üstyapısaldı. Dickens'ın anlattığı "Coketown" kenti pek tasavvur edilir bir şey değildi. Batı hâlâ, büyük ölçüde, redingot ve baston, kafe şantan ve tiyatro, Hugo ve Voltaire'di. "Yerli/yabancı" bölünmesi, dolayısıyla, daha keskindi.
________________________
Dünyanın bir bölgesinde gerçekleşmiş bir dönüşüm dünyanın o bölgesiyle geri ka­lanı arasında ciddi bir güç dengesizliği yaratınca bu yeni bilgiye sahip olmak ola­ğanüstü önem kazanır. Buna erişmek iste­yen devletler, bu bilgilerle donanacak in­sanlar yetiştirmek zorunluluğunu duyar.
Bu insanlar, o bilgilerin üretildiği yer­lerde de önemlidir. 19. yüzyıl başında kendini hem buhar gücü hem de yeni bi­limsel bilgilerle takviye eden kapitalizm, bilginin önemini habire artırmaktadır. Napoleon'un, Britanya'nın ablukasına karşı pancardan şeker üretme girişimi gi­bi olayları düşünün... Daha önce besin kimyagerleri bunun mümkün olduğunu bulmuşlardı, ama şeker kamışı üstünde oturan koca bir sistemi yerinden oynatma cesareti kimsede olmadığı gibi, "mücbir sebep" de yoktu. Abluka "mücbir sebep" yaratmış oldu. Ama pancardan şekeri üretmenin fabrikasyon yöntemini geliştir­mek, fabrikaları kurmak, bunun ekonomi-politiğini kurmak vb. Aslında bugün­kü üretim süreçlerinde bilginin tuttuğu yerle kıyaslarsak bunlar bize çocuk oyun­cağı gibi görünebilir, ama o dönem için muazzam yeniliklerdi.
Dolayısıyla Batı da uzman yetiştirmek, daha iyi ve daha çok uzman yetiştirmek baskısını duyuyordu. Ama Batılılaşan toplumlarda bu baskı çok daha ağırdı. "Bilgi sahibi" insana verilen önem de ister istemez farklıydı, iki toplumun yakın ta­rihlerinde bu önem hemen belli olur.
"Intelligentsia", Rusça'da türetilmiş ve oradan çeşitli dünya dillerine yayılmış bir kelimedir. Bu da, Rus kültüründe bu kelimenin adlandırdığı kesime ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir. Veri­len bu önem, yalnız Batıcılarla, liberaller­le vb. sınırlı değildi. Süreç tamamen belir­leyici olduğu için, Batı'ya karşı panislavistler de - kendi tanımlarına uyan aydın­lara - aynı şekilde önem veriyorlardı. Her iki akıma da dıştan ve üstten bakan Marksizm için de sorunsal fazla farklı de­ğildi. Pizarev, Dobrolyubov, Belinski ve Çernişevski gibi, Rus aydınlanmasının önde gelen yazarlarının bütün Rus intelicensiyasına yükledikleri "halkı aydınlat­ma" misyonu ("Halka Doğru" hareketi, "Halkın Dostları" v.b.) Lenin'in özgün parti teorisinde, "kendinde-sınıf'tan "kendi-için-sınıf olmaya geçişin zıplama tahtasını bulamayan proletaryanın bu sıç­ramayı yapması için gerekli "dışarıdan" bilinci ona kazandırmakla yükümlü "pro­fesyonel devrimciler"de Marksizm-Leninizme uymuş olarak yeniden karşımıza çıkar. Daha sonra bütün parti bu (Gramsci'ci değil de, Rusyalı) "ortak aydın" kim­liğini üstlenir. Türkiye'de daha bu tabakanın adından başlayan bir "bitmeyen kavga"' hep ol­muştur. "Münevver", devlet için gerekli olan bu yeni bilginin ışığıyla aydınlanmış insandır ki onun bu ışığı geleneksel "bilgi sahibi"ni hemen karanlıkta bırakmakta­dır. Türkiye'de siyaset retoriğinin en po­püler metaforları bu "aydınlık/karanlık" ikilisi" üstünde döner ("uyanmak/uyumak/uyandırılmak" da Doğu'nun popüler metaforlarındandır). 20. yüzyılda başlayan dil akımıyla eski "münevver" bugün­kü "aydın"a dönüşürken, geleneksel ke­sim de eski dile sadık kalarak "Nur" hare­ketini yarattı.
"Münevver" veya "aydın"ın, Batı dille­rindeki, "akıl" kökünden gelen "entelek­tüel" veya Rusça'da yine aynı kökenden 'gelen "intelligentsia" ile etimolojik bir akrabalığı olamadı. Biz Aydınlanma'ya ta­kılmayı tercih ettik. Ama bu ad, yakın za­manda, Batı'yı ve Batı zihniyetiyle donanmış kişileri sevmeyen milliyetçi gazete yazarları tarafından, ucu budanmış olarak yine onlara yakıştırıldı. Böylece, hâlen devam edegelen (genellikle aynı zamanda "liboş" olan) "entel" edebiyatı doğdu. Bu "Alafranga Züppe"den "Alafranga Hain"e evrilmiş zincirin şimdilik son halkası.
Bu tarihin bütün "frustraüon" birikimi "aydın" kavramı üstüne boşalır Türki­ye'de. Aydın, toplum için her şeyi yapma­sı beklenen adamdır; kurtarıcıdır. Dolayı­sıyla çok saygı görür, el üstünde tutulur. Ama "kurtuluş" bir türlü gerçekleşmedi­ğine göre (bu aslında, "kurtuluş"un ger­çekleştiği Rusya'ya karşı Türkiye'nin şan­sı) "aydın"ın da görevini yerine getirme­diği anlaşılır. Dolayısıyla en fazla suçla­nan ve hakarete uğrayan da odur. "Aydın­lar, görevlerinin sorumluluğunu üstlenmedikçe..." türü cümleler, Türkiye siyaset sohbetlerinde en sık kulağımıza çarpan cümlelerdir.
Yalnız, "aydın" denildiğinde, Türki­ye'de uzun zaman, Batılılaşmış kesimin okur-yazarı anlaşılmıştı. 'Altmışlardan seksenlere kadar olan dönemde bundan da öte, bir "aydın=solcu" denklemi kurul­duğu bile söylenebilir. Bu durum şimdi yavaş yavaş değişiyor olabilir, ama her ke­simin kendi aydınlarını yetiştirmesi yö­nünde mi, yoksa genel bir zihnî plebleşme sürecinde aydının topyekûn tahribi yönünde mi olduğunu sürecin ancak da­ha ilerideki aşamalarında anlayabileceğiz.
Verili koşullarda, Batılılaşan iki toplu­mun "aydın" ya da "intelligentsia"ları, doğrudan doğruya devletlerinin yavrula­rıdır. Batı'da bu da böyle olmamıştı. Kepler'den ve Bruno'dan Galileo ve Paracelsus'a, yeni bilim ve felsefeyi temsil eden­lerle geleneksel otorite arasında, sonucu somut konjonktüre göre belirlenen, ama uzun vadede yeni düşünce lehine sonuç­lanan bir mücadele olmuştu. Ama bu ye­ni düşünceyi oluşturan ve savunanlar, öncelikle bağımsızdılar. Herhangi bir devletin adamı olmaktan çok, Avrupa'nın çok yanlı iktidar mücadelesinin yarattığı boşluklar ve serbest bölgelerde kendileri­ne basacak yer bulan (veya Bruno gibi, bulamayan) insanlardı.
Ama Rusya ve Türkiye'de (ve daha son­ra bütün "Üçüncü Dünya"da) devlet bu kararı vermiş olmasa, böyle bir insan tipi de oluşamaz veya oluşması çok daha uzun bir zaman alırdı.
Batı tarzında yetişecek bu insanlar dev­letin en değerli yardımcı gücü olacak, devletin kendini modernleştirmesinde, edindikleri bilgilerle en önemli rolü onlar oynayacaklardı. Ama çok geçmeden işin bu kadar basit olmadığı anlaşıldı. Bu "de­ğerli yardımcılar," gerekli tedbirler alın­mazsa, "tehlikeli muhalifler" haline gelebiliyorlardı.
Öyle olmaları nesnel durumun kaçınıl­maz bir sonucuydu. Bu insanlar, gençlik çağlarında, işlerin bir tür yürüdüğü bir toplumun üyeleri olarak, işlerin çok daha başka (ve daha iyi) yürüdüğü bir toplu­mun bilgilerini ve kurallarını öğreniyor­lardı. Bu bilgileri onları, kendi devletleri­ne karşı yabancılaştırabilirdi - üstelik pra­tikte yabancılaştırıyordu. Yeni bilgileri ışı­ğında, kendi toplumlarında birçok bo­zukluk gömüyorlardı. Bunların bir kısmı­nın belki imkânsızlıktan, ama bir kısmı­nın da böylesi yönetenlerin işine gelmedi­ği için düzeltilmediğini anlıyorlardı.
içlerinde, çok radikal bir dönüş yapıp, tamamen, yeni dünya görüşlerini aldıkla­rı ülkeye bağlanan çok çıkmadı. Ama sa­dakatlerini devletten toplumun kendisine kaydıran çok oldu. Bu zaten devlet için daha da sakıncalıydı.
Böylece, modern çağın "aydın sorunu"nun bu versiyonu ortaya çıktı. Kitlele­rin çeşitli yapısal nedenlerle "siyaset" de­nen yerin uzağında tutulduğu veya dur­duğu ortamlarda, siyasî mücadele bu kad­rolar arasında geçmeye başladı. Şüphesiz bunun derecesi çeşitli somut konjonktürlerde değişiyordu. Sözgelişi Osmanlı'da :'mücadele eden sayısı da, mücadelenin geçtiği alan da, Rusya'ya göre bir hayli sı­nırlıydı. Ama İran'da daha da sınırlıydı... Osmanlı Devleti'nde yaşayan aydının top­lumda ayağım dayayacağı bir yer olmadığı için (onu yaşatabilecek bir halk olmadığı gibi burjuva da yok) "aydın" olmakla bir kere yüklendiği "kurtarıcı" rolünü nerede ve nasıl oynayacağına karar vermesi gere­kiyordu: Devlet hizmetinde mi, devlete karşı mı? ikincisi, zahmetli olan yol, az önce belirttiğim "yokluk" nedeniyle, dev­let içinde bir alternatif güç (Namık Kemal kuşağı için Mustafa Fazıl Paşa) ya da tam illegalite (1900'lerde gizlice ittihatçı olan genç subaylar) gerektiriyordu. Dolayısıy­la, bütün bu muhalif aydınlar, değişen nesnel konjonktürlere ve kendilerinin bunları öznel değerlendirmelerine göre, bu rollerde zaman zaman bulundular.
"Devlet-aydın" ilişkisi de, "toplum-aydın" ilişkisi de, böylece, başından beri pürüzlü bir biçimde kurulmuş oldu. Batı­lılaşma dünyaya yayılırken, çeşitli devlet­ler, siyasî bakımdan anlaşamadıkları ay­dınları, kültürel olarak dışında kaldıkları "toplum"a şikâyet edebildiler. Veya, Abdülhamit'in Mithat Paşa'yı önce azledip sonra sürmesi, sonunda da öldürtmesi gi­bi, "aydın-toplum" kopukluğundan ya­rarlandılar.
Türkiye'de ve Rusya'da 19. yüzyıl bu gibi mücadelelerle geçti ama 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, her ikisinde, aradaki bütün farklara rağmen Batılılaşma sürecinde ol­gunlaşmış olma noktasında ortak olan kadrolar iktidarı ele geçirerek hanedanla­rı yıktılar. Kurdukları rejimlerin farkları­na rağmen, tarihten gelen benzerlikler yi­ne eksik değildi. Örneğin Rusya sosya­lizm, Türkiye kapitalizm adına "devletçi­lik" yaptı. Bu örnekler sosyalizme ve ka­pitalizme benzemekten çok birbirine ben­zedi ve bir tür "azgelişmiş ülke devletçiliği" örneği haline geldi. Sovyetler'in "sos­yalizm" dediği şeyin yıkılmasından sonra, şimdi yetişen "eski neomenklatura - yeni burjuva" kesimin durumuna bakılırsa, orada da modelin daha çok burjuvaziye sermaye birikimi yapmaya yaradığını dü­şünmek mümkün.
Daha önce değindiğim gibi, Rusya'da 1917 Devrimi'nin gerçekleşmesinde belir­leyici rol oynayan Bolşevik kadro, Stalin gibi istisnalar dışında, Rusya'nın en "en-ternasyonalize" insanlarından meydana geliyordu. Radek, Buharin, Troçki, dün­yayı avucunun içi gibi bilen, bütün sol "intelligentsia"larla senli benli, dolayısıy­la dünyanın her yerinde evinde gibi yaşa­yabilecek insanlardı. Ama Stalin'in partiyi ele geçirmesinden ve bu kadroları tasfiye etmesinden sonra, Sovyet Komünizmi millîleşti. Uluslararası herhangi bir dene­yimi olmayan, alttan yetişme kadrolar yu­karılara tırmandı. Kruşçev kuşağı da, onu izleyen Brejnev kuşağı da, sonrakiler de, bu bakımdan hep aynıdır. Emperyalizmle kuşatılmış olmak, bu entelektüel izolas-yonizmin gerekçesi oluyordu. Stalinist re­jim, koca Komintern'i de, dünyaya komü­niste tanımanın değil, dünyadaki Komünistler'e kendi iradesini empoze etmenin aracı olarak baktı.
Bu dönemde, Batı'dan gelen her bilgi­nin, Batı Komünizminin bilgisi de dahil olmak üzere, ciddidir tehlike olarak ka­bul edildiğini görüyoruz. Çar'ın eski iki­lemine Sovyetler yeni bir biçim verdi. Bizdeki "hars/medeniyet" ayrımına da çok iyi uyacak .bir şekilde, Sovyetler Ba­tı'dan gelecek her türlü teknik bilgi için yanıp tutuşuyorlardı ve bu yolda oldukça başarılı bir "sanayi casusluğu" şebekesi de kurdular. Ama bir entelektüeli "tek­nokrat" olmaktan çıkarıp entelektüel ha­line getirecek her türlü bilgi ve düşünceyi yasakladılar. Sanayi casusluğu yoluyla ge­lecek bilgilerden başkasının Sovyet Sos­yalist Cumhuriyetleri için gerekli ya da faydalı olmadığına inandılar.
1990'larda rejimin çökmesinin en te­mel, en belirleyici nedeni budur.
Araya kısa bir Iran paragrafı sıkıştırayım. Iran benim iyi bildiğim bir örnek değil, ama Rusya ve Türkiye'den Batılılaşma bağlamında söz ederken aynı trenin biraz sonraki bir vagonunda bulunan İran'a hiç değinmemek olmayacak.
İran bana abartılı bir Rusya olmaktan çok, abartılı bir Türkiye gibi görünüyor. Türkiye'ye oranla da, burjuvalaşma daha az, feodal tahakküm daha fazla. Her ba­kımdan, daha monolitik bir toplum. Bu­rada modernleşme ancak daha dar bir kadro eliyle yürütülebilir; bu kadronun değerleri ve kültürü de, kitlelerinkinden çok daha kopuk olmak zorundadır. Bu nedenle İran'ın Batıcıları Türkiye'dekilerden daha Batıcı, hatta daha Batılı olabilir­ler - toplumdan kopuk olma koşuluyla ve zaten bu nedenle.
İki Şahlık hanedan ve çevresinde topla­nan yeni oligarşik zümre (bürokratları ve onların güdümündeki iş adamlarıyla) Türkiye'deki Kemalist rejimin de, sonraki çok partili sistemin de, siyasî seçkinleriyle karşılaştırılamayacak kadar güvenilirlik yoksunu ve topluma yabancıydı. Bu ko­şullarda, modernleşmeci güçlerin belirli bir konjonktürde ele geçirdiği iktidar kendini toplum nezlinde saygıdeğer kıla­madı. Musaddık gibi veya "sosyalizm" gi­bi, yine modernleşmeden çıkan ama bir ölçüde ayrışan alternatiflerin yaşamasına da izin vermedi. Bu durumda, toplumda, kendisiyle geleneksel ideoloji arasında bir şey kalmadı. Böylece kendi ipini çekti.
Gelelim Türkiye'ye ve Türkiye'de bitire­lim. Türkiye'nin, Rusya'daki Bolşevikler gibi enternasyonalize olmuş seçkinleri hiçbir zaman olmamıştı. Bolşevikler Batı'yı çok iyi biliyorlardı, aynı zamanda Batı'nın kapitalizmine ve emperyalizmine ölesiye düşmandılar. Türkiye'nin Batıcıları'nın "Batı"sı çok daha az bilinen, çok daha idealize bir şeydi; dolayısıyla Türki­ye Cumhuriyeti Batı'ya cephe almadı; ter­sine, önceki dönemleri Batılılaşmayı ye­terli enerjiyle götürmediği için eleştirerek bunu "muasır medeniyet seviyesi" adı al­tında birinci hedef haline getirdi. Ama bu da, Türkiye'de Rusya'ya oranla çok daha güçlü olan ve genel koşullardan ötürü fiilen işleme imkânı bulan izolasyonalizme bir tepkiydi. Cumhuriyet intelligentsia'sı o sıralar Batı'da en çok faşizmle ilgiliydi, çünkü kendine en yakın bunu buluyordu. Ama Mustafa Kemal bunun ciddileşmesine imkân tanımamayı başar­dı. Sonuçta, Ekonomik Buhran gibi dün­ya etkenlerinin de zoruyla, Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ideallerine göre daha izole bir ülke olarak yeni Dünya Savaşı'nın eşiğine geldi.
Bu dönemde, Modern Türkiye'de Siyasi Düşüncenin ikinci cildinde değindiğim gi­bi, Türkiye'nin entelektüel hayatına, im­paratorluk son döneminin sert çalkantıları arasında yetişmiş, 1890-1905 arasında doğmuş kuşak yön verdi. Bunlar, tam da bir millî devlet kuruluşu sırasında, bir ayakları zorunlu olarak siyasetin içinde olmak üzere, kültürel-akademik-entelektüel hayatta "kurucular" rolü oynadılar. Çoğu, öncü oldukları alanda hâlen de aşılmamış doruklar olarak dururlar. Fuat Köprülü tarih yazımında, Ömer Lütfü Barkan iktisat tarihinde, Hilmi Ziya dü­şünce tarihinde, Ahmed Hamdi Tanpınar edebiyat tarihçiliğinde bunun örneğidir. Eliçin'in de söylediği gibi, Şevket Süreyya ile Ahmet Hamdi Başar, "millî ekonominin sol ve sağ versiyonlarının ideolog­ları olarak (ve tabii öbür "Kadrocular") Türk düşüncesinde önemli izler bırakmış­lardır. Mehmet İzzet bilimsel sosyolojinin, Besim Darkot coğrafyanın, Arif Müfit Mansel arkeolojinin, Yavuz Abadan siya­set biliminin, Nusret Hızır felsefenin ku­rucularıdır. Çeşitli sanat alanlarında Nâzım Hikmet, Muhsin Ertuğrul, Mesut Ce­mil, Vasfi Rıza Zobu bu kuşaktandır. Ga­zetecilik, kültür adamlığı, siyaset alanla­rında gezinen Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Mahmut Esat, Hasan Âli, Ahmet Şükrü ve daha niceleri bu kuşaktandır. Cumhuriyetin şansı, otuzlarda Hitler'in Alman­ya'da adım adım iktidarı elde etme süre­cinde oradan ayrılma gereğini duyan Yahudi, solcu ve liberal parlak akademisyen­lerin bir kısmının yolunun buraya düşmesidir. Atatürk bu fırsatı hemen değerlen­dirmiş (o olmasa kimse bu cesareti göste­remezdi) ve Üniversitenin kuruluşunda onların da bulunmasını sağlamıştı.
Saydığım bu Cumhuriyet aydınları da, Türkiye'de dünyayı en iyi bilen ve izle­yen insanlardı. Osmanlı'nın son fırtına­ları içinde yetişmeleri ve formasyonları­nı edinmelerinin onları başka kuşaklara göre daha fazla uyardığını ve bilediğini tahmin edebiliriz. Aşağı yukarı hepsi milliyetçi olmakla birlikte, onları izleyen kuşakların dar kafalı milliyetçiliğiyle il­gileri yoktu.
Ama kültürü yoğun, ideolojisi gevşek Osmanlı'ya karşı, kültürü zayıf, ideolojisi kuvvetli İttihat ve Terakki geleneği Cumhuriyette ölçüleri belirleyen ilke oldu. Bunun gerektirdiği eğitim de SSCB'de olandan çok farklı değildi. Geçişi belki en iyi özetleyecek iki isim, Osmanlı son dö­neminin şairi Yahya Kemal'le Cumhuriyetin şairi Behçet Kemal'dir.
Dolayısıyla başlangıçta yolu açan kad­ronun düşük niceliğine karşılık niteliği yüksekti. Gelgelelim, açılan yoldan gele­cek olanların çapı aynı çap değildi. Onun için Cumhuriyet Batılılaşması 1) Kitlelere çok fazla yayılamadı (ama hiç yayılmadı da denmez); 2) dolayısıyla kendi dışın­dan ürken bir kadro hareketinin çemberi­ni kırarak siyasî demokrasiye geçemedi; 3) bu koşullarda kültürel uzanımları da biçimsellikten kurtulamadı. Bu gidiş, Sovyet deneyimine benzer bir yerde son bulabilirdi, ama bütün içindeki bazı öğeler bu benzerliğe engel oldu. Şöyle ki, Sovyetler Birliği, kendi anlayışına göre "sosyalizm" olabilecek en "total" biçim­de kurmuştu. Toplumda, devletin deneti­mi dışında herhangi bir köşe bucak kal­mamış ve toplumun en azından "resmî" yüzeyi tam anlamıyla standardize edil­mişti. Türkiye'de de benzer anlayışlar ve eğilimler vardı ama nihaî hedefin kapita­lizm olmasından ötürü toplumun her kö­şesi aynı sıkı denetim altına alınamıyordu. Dar kadro devleti de, her düzeyde çoğulluğun potansiyellerini taşıyan Türkiye toplumunda SSCB'deki kadar kusursuz bir standardizasyon sağlayamıyordu. Za­man geçtikçe, sözgelişi sermaye güçlen­dikçe, devletten bağımsız geçim yolları bulmak daha çok mümkün oldu.
Türkiye'nin Batılılaşma ile kritik yüz­leşmesi seksenlerde gerçekleşti. Bu zama­na kadar, egemen ideoloji Kemalizmin Batılılaşmacı özelliği hiç tartışılmamıştı. Böyle bir özelliği olduğu da zaten yeterin­ce açıktı. Ancak Türkiye seksenler on yı­lının kapısını bir askerî darbeyle açtı. O zamandan beri üst üste gelen çeşitli olay­ların gösterdiği gibi bu darbe konjonktürel bir soruna geçici bir çözüm bulmak­tan çok, ülkeye uzun süreli, kalıcı bir bi­çim vermeyi amaçlamıştı. Bu, darbenin bilinçli amacı olmasa da, yirmi yıl sonra darbeyle gelen düzende herhangi bir cid­di değişim yapılmaması, hem işin buraya vardığını, hem de yapılan işin bir toplum­sal temeli olduğunu gösteriyor. 1960'ta da bir darbe olmuş ve o dönemde yapılan anayasa, Türkiye'nin o zamana kadar pek fazla sahip olmadığı bir demokrasiye kapı açmıştı. Ama ülkede 1961'in tartışması hiç bitmedi. Yetmiş darbesindeki değişik­likler de tartışmanın sonunu getiremedi. 1961 Anayasası'nın iğretiliği ile 1982 Anayasası'nın oturmuşluğu, herhalde bir mesaj vermektedir. Ancak, 1982 Anayasa­sı için bir hayli iltifatkâr olan bu mesajın Türkiye için de iltifatkâr olduğunu dü­şünmek zordur.
12 Eylül'ün anü-demokratikliği şüphe götürmez uygulamaları, Soğuk Savaş müttefiki olmanın verdiği bağışıklığa rağ­men, özellikle Avrupa'da eleştirilere yol açtı. Bu da, cunta önderinin eleştirileri ^yöneltenlerle birlikte, eleştiriye zemin ha-"' zırlayan demokrasi konusunun kendisine cephe alınmasını getirdi. Cunta önderi, Komünist Parti'yi yasaklayan rejimimizi eleştiren Batı demokrasisini Faşist Parti'yi yasakladığı için suçlamak gibi davranış­larda bulundu.
On yıla yakın bir zaman önce Arjantin cuntasının konumu ve benimsediği ide­olojik tavırlar, Türkiye'deki bu duruma bir paralellik gösterir. Yazının başında söylediğim gibi, nüfusunun ezici çoğun­luğu beyaz olan Latin Amerika cumhuri­yetleri için "Batılılaşma" bir hedef değil­di. Ama Avrupa'nın liberal-demokratik siyasî kurumları ve kültürüyle yaşamak hedefti. Yetmişlerdeki cuntacılar da ben­zer şekilde eleştiriye uğramış ve o zaman gelen eleştirinin zeminini oluşturan libe­ral-demokratik değerlere savaş açmak durumunda kalmışlardı. Seksenlerde Türkiye'de de aynı şey oldu. Ama Türkiye'de Batı'nın kendisinin de "düşman" ilan edilmesi de, kolay olmaktan öte, ka­çınılmazdı. O zamana kadar İslamcı" ve ırkçı-milliyetçi çevrelerde yaygın olan Batı düşmanlığı, böylece resmî söylemin içine taşınmış oldu. O zamandan beri bu ideolojik eğilim de, özellikle Avrupa Bir­liği tartışmaları çevresinde, şiddetlenerek devam ediyor.
12 Eylül döneminde gerçekleşen bu rota değişikliği, görünüşe göre toplumun ya da seçkinlerinin fazla bilincinde ol­dukları bir şey değil, ama aslında çok önemli. Bununla, olayın adı konulmaksızın, Kemalizm içinde bir değişiklik yapıl­mış olduğu da söylenebilir. Gerek 12 Ey­lül'ün sahipleri, gerek o zihniyetin bu­günkü sözcüleri, şiddetle Kemalist oldukları için, bu önerme paradoksal görü­nebilir. Ama fiilî düzeyde gerçekleşen de­ğişim önemli bir değişimdir. Bununla,Mustafa Kemal'in tavrından, Ziya Gökalp'in tavrına geçildiği de söylenebilir.  Kemalizm, Gökalp'in "hars ve medeni­yet" ayrımına açık bir eleştiri getirmemiş, ama pratiğiyle onu yok saymıştı. Ba­tının yalnız tankını, topunu ya da oto­mobilini değil, kültürünü de almaktan yanaydı. "Atatürk Devrimleri" olarak bil­diğimiz bütün uygulamalar, Gökalp'in getirdiği ayrımın kabul edilmemesi üstü­ne inşa olunmuştur. Ama 12 Eylül'den bu yana Türkiye Mustafa Kemal'in ideal­lerinden çok Ziya Gökalp'in çizdiği de­ğerler çerçevesinde yaşıyor.              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MOĞOLLAR-SARI TEHLİKE

https://drive.google.com/file/d/1jbosXfTm3SLJgWd7SQDw878MnXWq2jmC/view?usp=share_link