Prof.Dr. Bülent TANÖR
Savaş ya da kriz neden bir yerde (İstanbul) otokrasiyi[1], başka hemen her yerde ise demokrasiyi beslemektedir ? Soruyu daha eski tarihlere doğru çekip, yeniden harmanlayabiliriz : Neden önceki savaşlar demokrasi doğurmadı da şimdiki doğurmaktadır ?
Önceki savaşlar demokrasi getirmedi, hatta gelebilmiş kadarını da götürdü. Önce bunda anlaşalım.
I.Meşrutiyet ve parlamentoculuğu “93 Rus Harbi” sırasında sancılı günler geçirdi. Değişik milliyetlere mensup mebuslar, ülkenin birliğini savunmadan geri kalmazken, savaş yönetiminin ve sarayın eleştirisi konusunda da ileri örnekler verdiler. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının bir daha toplanamaması bununla ilgilidir. Savaş yönetimine ilişkin eleştirilerden gocunan paşaların ve padişahın tepkisini gösterir. 1908’e kadar bir daha seçim yapılmayacaktır.
Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında da Osmanlı İkinci Meşrutiyet parlamentoculuğu en sancılı günlerini yaşadı : Fesih, “sopalı seçimler”, Halazkar Zabitan baskısı, tekrar fesih, yeni seçimlerin savaş nedeniyle yapılamaması, 20 aylık kanun hükmünde kararnameler düzeni, Bab-ı Ali Baskını, İttihat ve Terakki’nin fiili tek parti rejimi, 1914 göstermelik (plebisiter) seçimleri vb.
1.Dünya Savaşı da demokrasi getirmedi; olan meclisi de götürdü. Almanya ile gizli anlaşmanın yapıldığı gün meclis de tatile gönderildi (2 Ağustos 1914 ) ve savaş boyunca devre dışı tutuldu. Savaşa katılma İttihatçı komplo ve oldu bitti yöntemleriyle gerçekleştirilmişti; savaş da meclissiz yürütüldü. Üstelik güvenilmeyen meclis, 1914’ün sözde seçimlerinden çıkan ve İttihatçı damgalı bir kuruldu.
Mütareke günlerinde yönetimde değişiklik oldu. Fakat meclis karşıtı çizgi sürüp gitti. İttihatçı önderler kaçtıktan ve İttihat Terakki tasfiye olduktan sonra dizginler saraya geçmişti. Bu defa saray, yeni döneme ve barış anlaşmasına hazırlanırken meclisten kurtulma yolunu seçti. Meclis-i Mebusan feshedildi (21 Aralık 1918). Bir daha da toplanmasına niyetlenilmedi. Boşluk, “Saltanat Şurası” gibi gelip geçici, yetkisiz ve hiçbir temsili niteliği bulunmayan insan topluluklarıyla kapatılmaya çalışıldı. Ta ki ulusal kongre iktidarı, Heyeti-i Temsiliye’nin (Temsil Kurulu) yani kurtuluşçu hareketin baskısıyla meclisi yeniden toplama kararı vermek zorunda kalana kadar. 12 Ocak 1920’de toplanan son Meclis-i Mebusan da işgalden (16 Mart 1920) bir süre sonra yine padişah tarafından feshedildi (11 Nisan 1920).
Buraya kadarki örneklerde savaşların demokrasiyi getirmeyip olanı da götürmesi iki ana varsayım çerçevesinde incelenebilir. Birinci varsayım şudur : 1.Dünya Savaşı macera ya da imparatorluk topraklarını elde tutmak içindi; halkın özçıkarlarını ilgilendirmediğinden halksız ve meclissiz yürütülmesinde bir eksiklik değil, tersine adeta bir zorunluluk vardı. İkinci varsayım şöyle düzenlenebilir : Çokuluslu imparatorlukta, çokuluslu parlamento ve hürriyetçi-eşitlikçi demokrasi, özellikle savaş koşullarında ülkenin bölünmesini gündeme getirebilir korkusu yaygındı. Parlamentoculuk bu haklı ya da yersiz korkudan da zarar görmüş olabilir.
Mütareke döneminde saray özel bir konumdaydı. Ürettiği devlet tezleri, itilaf güçlerine yaranma ve sığınma temeline dayalıydı. Halkın ve temsilcilerinin bu devlet tezlerinde bir rolü yoktu. Baş eğme ve yarı sömürgeliğe teslimiyet esastı. Bu yüzden de mütareke ile başlayan yeni krizi direniş ve demokrasi değil, teslimiyet ve otokrasiyle karşılamaya hazırlanıyordu.
Özetlersek, o döneme kadarki savaşların demokrasi getirmekten çok, demokrasi götürmüş olmaları, bu savaşların ulusal olmayışı ile ilgili olmuş olabilir. Ayrıca çok uluslu imparatorlukta daha fazla demokrasinin parçalanmayı daha beter körükleyeceği korkusu da bazı çevrelerde vardır.
Yerel ve ulusal tipte direniş ve kurtuluş savaşları ise farklı nitelikte mücadelelerdir. Burada kendi öz varlığı ve toprakları için mücadele esastır. Halkın kendi öz gücünden başka dayanılacak temel bir kuvvette yoktur. İşgal tehditleri ve otorite boşluğu karşısında halkın ve daha sonra da ulusal önderliğin dayanabilecekleri tek güç yine kendileridir. Çünkü iş başa düşmüştür.
Halkın yerel inisiyatifinden beslenen, daha sonra Kemalist önderliğin birleştiriciliğinde ulusal düzeye yükselen mücadele, bu özelliklerinden dolayı, daha ilk günlerinden itibaren (yerel kongre iktidarları) demokratik yapı ve anlayışları da beraberinde getirmiştir. Ya da içinde bulunulan ortam, bağımsızlık mücadelesinin demokratik biçimlerde örgütlenmesini aniden ve beklenmedik bir şekilde pekiştirici bir işlev görmüştür.
Bir temsilcinin “burada Anadolu’daki gibi demokrasiyi tatbik etmeliyiz” dediği bir Trakya grubu ile, bölüklerin dahi hesabını soran TBMM üyeleri arasındaki demokratik anlayış ortaklığı işte bu ortamın ve savaşın karakterinin bir ürünüdür. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1.TBMM dönemi Türkiye’sinin imparatorluk anlamında çok uluslu yapısı bir bakıma zaten kendiliğinden ortadan kakmıştı ve TBMM, o zamanlar bir ara kullanılan “Anadolu Milleti”nin birleşik mekanıydı. Buraya gayrı müslimler alınmamış, Hürriyet ve İtilaf Fırkası da zaten seçimlere uzak durmuştur.
İşte “savaş demokrasisi” deyimiyle Türkiye’nin o günkü somut koşullarında, savaşın anti-emperyalist ve haklı niteliği ile onun haklı ve demokratik yapılanışı arasındaki anlamlı bağı kastedilmiştir. Bu savaşın haklı ve halklı oluşu, savaşın demokrasiyi üretmesini de mümkün ve hatta gerekli hale getirmiştir. Bu durum, yeni devletin kuruluşunun da yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı, bürokratik-askeri değil, sivil ve demokratik karakterde olduğunu kavramamıza yardımcı olur.
[1] Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan Monarşik yönetim tarzı, iktidarın sadece tek bir bireyde toplandığı rejim biçimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder