31 Mayıs 2011 Salı

İstanbul’da Dev Dağı Söylencesi ya da Yuşa Tepesi Üzerine...

Yazan : Tuğrul Yakarçelik (Bir zamanlar Gezi Dergisi için hazırlanmıştı...)


1980’li yılların ortalarına kadar askeri bölgenin sırları içinde kaybolmuş olan Beykoz-Anadolu Kavağı kara yolunun “açık topluma açılması” meyvalarını sosyo-ekonomik anlamda yeşertmeye başlamış; kiraz, böğürtlen ve mısır satıcıları yol boyunca sanki bölgenin askeri kimliğinden nasiplerini fazlasıyla almışlarcasına dizilmişler...Yol, tarih boyunca kıyısında yaşayanların geçim kaynağını oluşturmuş, hayat vermiş ve yolcuların uğramaz oluşu tarih dışına itmiş kimi toplumları...
Kentin kavurucu sıcağı ve gürültüsünü adım adım geride bırakıp, yüzüne hasret kaldığımız yeşilin değişik tonlarına eşlik eden ağustos böcekleri orkestrasının kreşantosuyla yol alıyoruz. Belediyenin yolu özenle asfaltlamış olması yolculuğun keyfini artırıyor. Zira İstanbul’da otomobille dolaşmaya çıktığınızda zaman zaman belediyelerin  yedek parça sanayi ile gizli bir ittifak anlaşması yaptıklarına dair paranoid krizlere kapılabiliyorsunuz. Ancak üzerinde seyahat ettiğimiz yol, çevredeki dinginliğin yarattığı sihiri adeta bozmamak için özenle asfaltlanmış...
Beykoz’dan beri sarı renkli trafik levhalarıyla adeta kendisini bize göstermek için çırpınan Yuşa Hazretlerini ziyaret etmeye karar veriyoruz. Keskin bir virajı döndüğümüzde Asurlu tüccarlardan beri bu toprakların tanıdığı derme çatma pazar yerlerinden biriyle karşılaşıyoruz : tahta tezgahlar, incik-boncuk ve gerilmiş hayvan derileri satılıyor. Şömine’nin “batılı aristokrasisine karşı” genlere sinmiş göçebeliğin çadırlardan söküp apartman dairelerine hapsettiği duvar-yer süsü olan hayvan derileri...Yuşa Hazretlerinin koruyucu kanatlarının altında yer alan bu manzara doğru yolda olduğumuzun en önemli kanıtı...Nitekim çok geçmeden yol sola doğru kıvrılıyor ve hafif bir meyili tırmandığımızda, İstanbullu olmanın sürprizlere açık yaşamakla eş anlamlı olduğunu bir kez daha anımsatan başka bir sanayi ile yüz yüze geliyoruz. Koskoca bir kompleks ! Otoparkı, yatırı, camii, mezarlığı, çay bahçesi ve mekanı dolduran kalabalığı ile ormanın ortasında ayrı bir kent ! Onca sessizliğin ve dinginliğin arasında saklanmış bir kaos...Alt kesimde rasladığımız yerel sanayi burada daha çeşitli ve modern bir pazara dönüşmüş : dini kitaplar ve kasetlerden, haşlanmış yumurtaya, çeşitli çap ve boydaki tespihlerden tulum peyniri ve bahçe domatesine kadar  bir çok şey bulmak mümkün. Satıcılar bağıra çağıra yoldan geçenleri tezgahlarına davet ediyor ve mallarını övüyorlar. Yuşa Hazretleri bu merkantilist eğilim hakkında ne düşünüyor acaba ?
Olağan üstü saygılı ürkek adımlarıyla kadınlar...Metropolün bir yerlerinden usulca çıkıp, kuşaktan kuşağa aktarılmaktan yorgun düşmüş söylenceler içinde suskun kadınlar...Belki rahme çocuk düşürmek, belki rahmetlilere göz yaşı dökmek, belki hastanelerin ölüm rengi beyazlığına yaşamın paletinden renkler sıvamak; belki sadece birazcık huzur : hani yola düşür düşmez bozulacağını bildikleri; herkesin bir “belkisi” var bu ıssızlığın içinde....
Beykoz’un yarı-kentli sıcağını ardında bırakıp buralara uğrayan yolcunun durup dinlendikten sonra öğrenmesi, söylencelerin içinde kaybolması olasıdır. Anadolu Kavağı sahil şeridinin bu en yüksek tepesinden denize doğru, uzaktan geçen gemilerin sessizce arkalarında bıraktığı beyaz köpüklere dalıp giden yolcu, söylencelerin sisleri ardında yepyeni hikayelere aklını açacaktır :
Derler ki “Şeyh Beşiktaşi Yahya Efendi, Sultan “Kanuni” Süleyman tarafından kendisine bahşedilen bu topraklardaki dergahında rüyalar alemine daldığı bir gece, bir zat kendisini ziyarete gelir ve “ben Yuşa Nebi’yim ve şu tepede yatıyorum; gel beni ziyaret et” der. Yahya Efendi rüyadan uyandığında uzun bir süre etkisinden kurtulamaz ve araştırmalara başlar. Günlerden bir gün bir çobanla karşılaşır şeyhimiz ve garip bir olay görüp görmediğini sorar ona. Çoban, uzun bir süredir bölgede koyun otlattığını ancak üzerinde durdukları tepeye geldiklerinde  koyunların ikiye ayrılarak ortadaki otları yemedikleri gibi bu parçanın üzerine bile çıkmadıklarını söyleyince Şeyh Efendi hemen oraya bir türbe yaptırır ve o gün bu gündür Yuşa Hazretleri ziyaretçilerini kabul eder durur”
Bir başka söylence ise Yuşa’nın aslında Musa’nın on emrini, Byzantion’daki Roma İmparatoruna duyurmak için gelen İsrailoğullarından Jashua adlı bir elçi olduğunu ve yurduna dönemeden burada öldüğünü, sonradan insanların onu Yuşa olarak çağırdıklarını anlatıyor...
Tam nefeslenirken bir başka öykünün satırları düşmeye başlıyor akla : “Altın Postu aramaya giden Arganotlar, Boğazdan geçmeye çalışan her yolcuyu durdurup boks maçına davet eden ve bu işte çok da usta olan Poseiodon oğlu dev Amykos’la karşılaşırlar. Amykos, yeni gelenlere de meydan okur. Arganotlarlardan Zeusoğlu Polydeukes, de deve meydan okur. Yapılan mücadeleyi kazanan Polydeukes devi öldürür. İşte tepede gömülü olan kişi dev Amykos’dur”
Öykülerin arasında çeşitli yargılara da yer var bu topraklarda : “Yuşa Hazretleri karşı kıyıdaki Telli Baba ile birlikte Boğaz’ı koruyan iki bekçidirler. Onlar buralarda yattıkça Boğazı hiçbir güç ele geçiremeyecektir”. Anlatılan, aktarılan, yazılan hikayelerden gerçeğe dönme aşaması da sayılabilecek eşikte dururken iki ihtiyarın sözleri çarpıyor kulaklara “bir tanker patladıydı hani, İndependanta...Hz.Yuşa nefesiyle gemiyi açığa sürükledi de Boğaz kurtuldu. Allah razı olsun”
Söylenceler arasında kaybolmak her zaman olası ancak Yuşa’nın Dev Dağı’na gömülme öyküsü, 17 metre büyüklüğündeki bu mezarın görkemi ve insanların buraya umutlarını fısıldamak için gelmeleri Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki başka öykülerlerle örtüşüyor. Yıllar önce İznik civarında Abdülvahap Efendi’nin 12 metre boyundaki mezarını gören bir çocuğun anıları canlanıyor birden. Toprağın rengi her yerde aynı olmasa da söylencelerin tonları birbirine yakın seyrediyor.
“Dikkat : kabir üzerinden toprak alınması, yeşillik kopartılması, bez bağlanması, mum yakılması, taş ve çöplerle ev şekli yapılması caiz değildir” tabelasını okuyor yolcu. İnsanların bu tip yatırlardan bir şeyler dilediklerini ortaya koyuyor bu tabela. Özellikle “çöp ve taştan ev şekli yapılması” üzerinde durmakta fayda var : kiracılıktan beli bükülmüş insanların ev sahibi olabilmek amacıyla duaları yeterli bulmayıp böyle bir yönteme başvurmaları hayli ilginç. Karşı kıyıda yer alan Telli Baba’da bir “gelin sanayi” oluştuğu ve bu İstanbul’a İstanbulluya ait bir geleneğe dönüştüğü halde , Yuşa Tepesindeki ideolojik mücadele görmezden gelinemiyor : müftülük ile buradan medet umanlar arasında sessiz sedasız bir kimlik mücadelesi var. Müftülüğün bu konuda çok hassas olduğu da Hoca’nın sık sık cami hoparlöründen yaptığı uyarılardan belli oluyor. Yuşa Hazretlerini Telli Baba’nın başına gelenlerden korumak için adeta seferber olmuş müftülük...
“Kabir üzerine şeker ve herhangi bir bırakılmaması rica olunur. İmza : Müftülük” İnsanlar bir kabrin üzerine niye şeker bırakırlar ve ne umarlar acaba bundan ? Paganlık döneminden kalma geleneklerin yirmi birinci yüzyılın eşiğindeki İstanbul'’da hiç de yabana atılmamacasına saf tutması bir hayli çarpıcı !
Mezarın yanından ayrıldığınızda cami başlıyor. Minik minaresiyle oldukça sevimli bir cami bu. Kentin çeşitli alanlarına sıkışmış ve rant savaşlarına bulaşmış kirli bir mimarinin oluşturduğu birer estetik facia olarak tanımlanabilecek camilerin yanında oldukça sevimli kalıp, eski anıtsal camilerin prototiplerini anımsatan bir yapı. Camiin hemen alt tarafında boylu boyunca çay bahçesi uzanıyor. Ve gruplar halinde kadınlar evlerde pişirilmiş kekler ve kurabiyeler eşliğinde akşamüstü  kahvaltılarını yapıyorlar. Çocuklar cami imamının tüm çabasına rağmen çocukluklarını bırakmıyor ve bağıra çağıra oyunlarına devam ediyorlar.
Yaşam ve ölümün ayrılmaz bütünlüğü...Mezar taşlarının avluya vuran gölgesinde oyun oynayan çocuklar için Osmanlıca metinler hiçbir anlam ifade etmiyor : Hüvalbaki : Seyyid Hamid Dede. Ruhuna Fatiha ! Sene : 1787” Kimdi acaba Seyyid Dede ve neden burada gömülmüştü ? İşte bir tez konusu !
“Kız beli” bardakları dolduran tavşan kanı çayların hazzı eşliğinde Boğaza baktığınızda inanılmaz bir manzarayla karşılaşıyor ve belki de inanıldığı üzere henüz buralara ulaşmamış mimari talandan buraları koruduğu için Yuşa Hazretlerine siz de dualarınızı gönderiyorsunuz. ...
Yuşa Hazretleri her gelen ziyaretçiyi bağrına basıyor : Eyüp Sultan’da rastladığımız sünnet çocukları birer birer aileleri tarafından gezdiriliyorlar. Belki de insanlar çocukları için sırayla  evliyaları, yatırları  ziyaret edip “iyi kader” turlarına çıkıyorlar; kim bilir ?
Ziyaretinizi tamamlayıp çıkışa yöneldiğinizde satıcıların bağırtıları “yaşanan gerçeğe” dönüşünüzü kolaylaştırıyor. Her gün uzaktan baktığınız yeşil tepelerin ardında gizlenen öyküleri ve insanları, kısa süre için bile olsa yakından tanımak bu koca kentin karmaşası içinde saklanan gizemleri bir kez daha düşündürtüyor.
Kudüs’ün “Ağlama Duvarı” önünde siyah şapkalarını sıvazlayıp Filistinli Araplara karşı nefretlerini tazeleyen İsrailoğulları ve Bekaa’da “Allahın Partisi” adını cüretle kullanarak kara gömlekler içinde resmi geçit yapan Hizbullahçılar birbirlerine karşı bilenirken, İstanbul toprağının evrensel barışı çok önceden sağlayabildiğinin farkındalar mıdır acaba? Yuşa, Arapça dualarla Türk insanı tarafından ziyaret ediliyor ve alabildiğine de saygı görüyor.
Siz de bir gün TV’daki haber bültenlerinde görmeye alıştığınız kara şapkalılar ve gömleklilerin din uğruna ateşledikleri silahlarının seslerine kulaklarınızı tıkayıp Yuşa Tepesine barışı yaşamaya uğrayınız. Uzlaşmanın evrensel keyfi, bir şeyi bir başka şey olarak tanımlama geleneği, bu topraklarda Boğazın Anadolu yakasında bir tepenin üzerinde, tüm çıplaklık ve yalınlığıyla sessiz sedasız bekliyor; yeni yolcuları bekliyor; sizi bekliyor...

Birinci Dünya Savaşı'ndan İlginç Bir Örnek: Taksilerden Bir Ordu

Savaşın başlangıcında -kara savaşı açısından- petrole gereksinim duyulacağı düşünülmemişti. Alman Genelkurmay Başkanı demir ve kömür alanlarında ve demir­yolu nakliye şebekesinde üstünlük taslayarak övünüyor, plan yönünden metodik olduğunu dü­şünerek, Batı'da cereyan eden savaşın kısa ve kesin olacağını varsayıyordu. Savaşın ilk ayları içinde Alman orduları planları gereği epeyce öne geçtiler. 1914 yılı Eylül ayı başlarında Alman­ya'nın, Paris'in ku­zeydoğusundan Verdun'a kadar 125 mil mesafede uzanan bir savaş hattı var­dı. Bu hat Verdun'dan Alpler'e kadar uzanan diğer bir hatla birleşiyordu. Bu iki hatta, iki milyon asker vardı. Bir ara Alman Ordusu'nun sağ kolu Paris'in kırk mil yakınına kadar gelmiş ve bu "Işıklar Kenti"ne doğru yol al­maya devam ediyordu. İşte tam bu kritik anda içten patlamalı mo­torlar devreye girecek ve stratejik önemini hiç beklenmedik bir şekilde kanıtlayacaktı.
...Fransız hükümeti yüz bin siville birlikte Paris'i zaten terk etmişti. Başkentin düşmesi an soru­nuydu. Ve görünüşe göre, Fransa yakında sulh için başvuruda bulunacak gibiydi. Belki de barış görüşmelerini Bordeaux'dan isteyecekti. Fransız Ordusu'nun Komutanı General Joseph Cesaıre Joffre kuvvetlerini Paris'in güneyine ve doğusuna çekmeyi düşünmeye başlamıştı. Bu da kentin tam anlamıyla koruma­sız bırakılması demekti. Ancak General Joffre'nin görüşüne katılmayan biri vardı; Paris Askeri Va­lisi General Joseph Gallieni. Askeri Vali bu konuda tamamen farklı dü­şünüyordu. Hava keşfi so­nunda Alman hatlarını vurup düşmanın ilerlemesini durdurmak için elde son bir koz olduğunu anlamıştı. Kendisine yardım elini uzatması için İngiliz donanmasını ikna etmek istediyse de bu bir yarar sağlamamıştı. Çünkü İngilizler onu ciddiye almamıştı. Uzun pejmürde sakalı, düğmeli siyah çizmeleri, sarı renk tozlukları ve üzerinde eğreti duran üniformasıyla yaşlı general pırıl pırıl bir su­bay görünümü vermekten çok uzaktı. Günün önde gelen İngiliz komutanlarından biri onun için "Hiçbir İngiliz subayının böyle bir komedyenle ko­nuşurken görünmek istemeyeceğini" söylemişti. Ancak 4 Eylül gece vakti yaptığı duygusal ve öfkeli telefon konuşmasıyla her nasılsa General Joffre'u bir karşı taarruza geçmeye ikna edecek­ti, Gallieni ilerde o geceden söz ederken bu telefon konuşmasından "coup de telephone" yani "telefon darbesi" diye bahsedecekti.
1914 yılı 6 Eylül günü ormanlar arasından ve olgun hububat tarlalarından kavurucu bir sıcak altında geçen Fransızlar nihayet hücuma geçmişlerdi. Başlangıçta epeyce başarı da kazandı­lar. An­cak çok geçmeden Almanlar yeni kuvvetler getirdiler. Artık Fransızlar gerçekten çok teh­likeli bir duruma düşmüştü. Son derece ihtiyaç duydukları kendi takviye kuvvetleri Paris'in çok yakınında olduğu halde onları cepheye çekecek hiçbir yol yoktu. Fransız demiryolu şebekesi tahrip edildi­ğinden bu yolla gelmeleri imkânsızdı. Yürümeye kalksalar, geç kalacaklardı. Askeri araçlarla gelecek olsa bile, bunların taşıyabileceği gülünç sayıdan çok daha fazla adama ihtiyaç vardı. O halde ne ya­pılabilirdi ki?
Ancak General Gallieni kolay kolay pes etmeyecekti. Çuvala benzeyen şekilsiz üniforması içinde sanki her an Paris'te, Paris'in her köşesinde dolaşır gibiydi. Kuvvetlerini yeniden toplayıp ör­gütlemeye çalışıyordu. Pejmürde görünümüne karşın Gallieni asla bir komedyen değildi. As­lında o hem askeri bir deha hem de bir çare bulma ustasıydı, ihtiyaçların doruk noktada olduğu o günlerde zaruret içinde çırpınan kuvvetlere motorlu araç bağlantısı kurmayı ve içten patlama­lı motorlardan yararlanmayı düşünen ilk insandır.
Gallieni birkaç gün evvel, kentin boşaltılma olasılığını dikkate alarak "kendine özgü" bir nakliye müfrezesi kurulması emrini vermişti. Gerçekten de kurulan bir müfreze belirli sayıda Paris taksilerinden oluşmuştu. 6 Eylül sabahı Gallieni mev­cut taksi rezervi­nin ihtiyacın çok altında olduğunu görecek, Paris'teki bütün taksilerin de bu müfrezeye katılmasını, vakit geçirmeden nakliye bölüğü haline dönüştürülmesini isteyecekti. Bir sabah Maluller Bulvarı denen yerdeki bir lisede kurulmuş olan karargâhında otururken aniden esinlenerek yeni bir karara varacaktı. Taksilerden kurulu bir armada organize edecek ve bu armadayla binlerce askeri cepheye sevk edecekti.

Hemen kentte mevcut üç bin taksinin aranıp bulunmasını ve komuta altına alınmasını em­retti. Polislerle askerler de derhal taksileri durdurup, şoförlerden paralarını ödeyen müşterilerini hemen orada bırakıp karargâha gitmelerini istediler.
Bu ara, şoförlerden biriyle kendisini arabadan indiren asker arasında şöyle bir konuşma ge­çiyordu:
"Peki, müşteri hakkımızı nasıl ödeyecek? Taksimetreye göre mi, tek fiyatla mı?"
"Taksimetreye göre."
"Öyleyse haydi gidelim!"
Bunu söyledikten sonra da taksimetresini açmayı ihmal etmeyecekti.
Saat akşamın onuna kadar, yani Gallieni'nin o emri verdiğinden sonraki iki saat içinde yüzlerce taksi des Invalides Bulvarı'nda toplanmış bulunuyordu. Taksilerin ilk grubu akşam ka­ranlığından ya­rarlanarak Paris'in kuzeydoğusunda küçük bir köy olan Tremblayles-Gonesse'e yollandılar. Ertesi sa­bah des Invalides Bulvarı'nda taksilerden oluşmuş ikinci bir ordu hazır vazi­yette bekliyordu. Bu ikinci grup da büyük bir konvoy halinde, Champs-Elysee'den yukarı doğru, Royale ve Lafayette yollarını ta­kiben harekete geçti. Sonra da Gagny'de kent dışına çıkıp doğuya doğru ilerledi. 7 Eylül günü taksiler kararlaştırılmış olan yerde bir araya geldiler ve yeniden or­ganize olup gruplara ayrıldılar. Aynı gün taraflar arasında çatışma ve onun getirdiği savaş kritik bir denge oluşturmuştu. Alman Orduları Baş­komutanı Helmuth von Moltke, eşine yazdığı bir mektupta 7 Eylül olaylarından şu sözlerle bahse­der: "Bugün kader büyük bir karar verecek. Sel gibi kan akıyor!"
Akşamları güneş batıp da etraf karanlığa gömüldüğünde General Gallieni'nin kişisel gözeti­mi altında askerler bu taksilere dolduruluyordu. Bu durumu yarı şaka yarı umursamazlıkla karşı­layan Gallieni "Hiç değilse alışılmamış bir şey yapıyoruz" demişti. Askerlerin taksilere alınma­sından sonra sıra tıka basa asker dolu bu araçların taksimetrelerini açıp yirmi beş-elli taksilik konvoylar halinde savaş meydanına yollanmasına geliyordu.
Bir tarihçinin ileride yazdığı gibi "geleceğin motorize kuvvetinin öncüleri" olan bu taksi şoför­leri araçlarını ancak Parisli taksicilere yakışır tarzda sürüyor, zaman zaman hız artırarak bir­birlerine yetişip zaman zaman da birbirlerinin önüne geçerek veya geride kalarak bıkıp usanma­dan ilerliyor­lardı. Karanlık yollarda birer ışık noktası oluşturan farlarıyla bu taksiler gerçekten görülmeye değerdi.
Gallieni Paris taksileriyle savaş cephesine binlerce askeri taşımayı başarmıştı. Bu da kuşku­suz savaşın yazgısında etkili olmuştur. 8 Eylül sabahı doğan güneş Fransız hattını bir gün evvel­kinden daha kuvvetli, bu hat üzerinde boylu boyunca çarpışan Fransız kuvvetlerini de moralleri düzelmiş, yeniden şevk kazanmış bulacaktı. Nitekim, bir gün sonra Eylül'ün 9'unda Almanlar yenik düştü ve geri çekilmeye başladılar. Alman ordularının geri çekilmesi sırasında durumu mektupla karısına bil­diren Moltke bu konuda şunları yazıyordu: "İşler kötü gidiyor; Paris'in do­ğusundaki çatışmalar lehi­mize sonuçlanmayacak. Savaşımızın acımasız bir düş kırıklığı olduğu anlaşılıyor... Büyük ümitlerle başlayan bu savaş sonunda bizim aleyhimize sonuçlanacak."
Taksi şoförlerine gelince, iki gün boyunca aç ve uykusuz kalmış bu insanlar, Paris'e döne­cek, burada kendilerini hayretle karşılayan birçok meraklı tarafından sarmalanıp hakları olan taksi ücretlerini alacaklardı. Onlar Paris’in kurtarılmasına yardım etmişlerdi. Ayrıca Gallieni>’nin buluşu ve yol göstericiliğiyle motorlu taşımanın gelecek için ifade ettiği anlamı da haretekleriyle göstermişlerdi.
İlerideki yıllarda vefakar Paris şehri, des İnvalides Bulvarı’nı kesen geniş yolun ismini değiştirerek buraya “Mareşal Gallieni” adını vermiştir.

Kaynak : Petrol; Daniel Yergin; İş Bankası Yayınları

MOĞOLLAR-SARI TEHLİKE

https://drive.google.com/file/d/1jbosXfTm3SLJgWd7SQDw878MnXWq2jmC/view?usp=share_link