8 Ekim 2010 Cuma

Heinrich Schliemann (Alıntı)

BİR HAZİNE BULAN

YOKSUL ÇOCUĞUN HİKAYESİ




Şimdi bir masal anlatacağız, yedi yaşındayken bir kent bulma hayalini kuran , otuz dokuz yıl sonra yollara düşüp bunu arayan ve yalnız kenti değil  dünyanın eşini görmediği bir hazineyi de bulan dilenci çocuğun masalını...
Bu masal yalnız arkeologlarda değil, herhangi bir bilime bağlı olanlar arasında oldum olası görülmemiş en şaşılacak insanlardan birinin, Heinrich Schliemann’ın yaşamıdır.
Masal Almanya’da Mecklenburg’da bir köyde başlar...Schiemann’ın babası ona Homeros’un İlyada Destanı okudu bir gece. Kitapta Troya’nın resimleri de vardı. Oğlan resmi gördü, kalın duvarları, dev Skaia kapısını gördü, “Troya böyle miydi?” diye sordu. Babası başını salladı. “Bütün bunlar yıkıldı, bütünüyle yok oldu, kimse de onun bir zamanlar nerede olduğunu bilmiyor ha?” “Öyle!”dedi babası.
Heinrich Schliemann çocuk, “Ben inanmam buna!” dedi., “Bir büyüyeyim, Troya’yı da bulacağım, kralın hazinesini de!”
 Babası güldü :
Bu uydurma değildir, hatta başarılı insanların yaşamlarının sonunda üzerine çöken duygulu renklere boyanmış anılardan da değildir. Bu yedi yaşındaki çocuğun aklına koyduğu şey gerçek oldu...
On dört yaşındayken okulu bıraktı, küçük Fürstenburg kasabasındaki bir bakkal dükkanına çırak oldu. Beş yıl parakende ringa balığı, rakı, süt ve tuz sattı, imbikten rakı çekmek için patates ezdi, dükkanı süpürdü. Sabahın beşinden gecenin on birine dek.
Öğrendiklerini, babasından duyduklarını unuttu. Fakat bir gün sarhoş bir değirmenci kalfası dükkana geldi. Tezgaha yaslandı, çınlayan bir ses ve bir süre öğrenim görmüş olanın düşün yönünden kendisinden aşağı olanlara karşı duyduğu küçümsemeyi gösteren gösterişçi bir davranışla dizeler okumaya başladı. Schliemann mest olmuştu. Tek bir sözcük bile anlayamıyordu. Fakat bunların Homeros’un İlyada’sından dizeler olduğunu duyunca cebindeki bütün metelikleriyle sarhoşa yinelemesi için, bir rakı ısmarladı.
Schliemann’ın yaşamı serüvenlerle dolu geçti. 1841’de Hamburg’a gitti ve Venezuela’ya giden bir gemiye miço yazıldı. On dört gün yolculuktan sonra gemi şiddetli bir fırtınaya tutuldu ve Texel adası önünde battı. Schliemann, üst baş parça parça , bir hastaneyi boyladı. Bir aile dostunun öğüdü onu büro hizmetçisi olarak Amsterdam’a götürdü. Coğrafi uzaklıkları aşmayı başaramamıştı ama bu kez düşün alanlarını ele geçirmeyi başarabilirdi.
Sobasız yoksul bir tavan arası odasında yeni diller öğrenmeye koyuldu. Görülmedik, kendisinin bulduğu bir yöntemle iki yılda İngilizce, Fransızca, Felemenkçe, İspanyolca, Portekizce ve İtalyancayı öğrendi...Rusya ile ticaret ilişkileri olan bir firmada yazman ve saymanlığa yükselince, 1844’te yirmi iki yaşındayken Rusça öğrenmeye başladı...Dört haftalık ağır bir çalışmadan sonra Amsterdam’a gelmiş olan Rus tüccarlarıyla onların dilinde su gibi konuştu...Şunu bilmek gerekir ki o , her gün herkesin önünden geçip giden talihi yakalamayı bilen az sayıda insanlardandı. Yoksul papaz oğlu, çırak, gemi kazazedesi, büro hizmetçisi-ama aynı zamanda sekiz dil bilen-önce satıcı, sonra da baş döndürücü bir yükselme ile büyük tüccar oldu. Doğruca paraya giden yolu, başarıya giden yol olarak görmekteydi...Rusya’da kendi adına bir ticarethane kurdu. 1854 yılında İsveççe ve Lehçe öğrendi...Uzun yolculuklar yaptı ve Amerikan vatandaşı oldu. Amerikan başkanıyla görüştü. Fakat bir süre sonra hastalandı ve Rusya’ya döndü. ..Her zaman ve her yerde gençliğinin, bir gün Homeros’un olaylarının geçtiği uzak yerleri görmek ve kendini onları araştırmaya vermek rüyalarının peşini bırakmadığı görülmektedir. Bu o denli ileri gidiyordu ki büyüsüne kapılmak ve bu yüzden bağımsız bilimsel çalışmaları için gerekli temeli kuramadan ticareti bırakmaktan korktuğu için, Yunanca’ya yaklaşmaktan garip bir ürküntü duyuyordu. Ancak 1856’da Yeni Yunanca’ya çalışmaya başladı ve bunu da yine altı haftada başardı...Mısır’a gitti ancak orada yeniden hastalandı. Bu yolculuk sırasında Latince ve Arapça öğrenmişti. Günlüklerini hep bulunduğu ülkenin diliyle yazıyordu.
Hep olağanüstü bir talih ona yoldaş olmuştu. Kırım savaşında iki gemi malını Memel’e çevirmek zorunda kalmıştı. Derken Memel ambarlarında yangın çıktı. Bütün mallar zarar gördü, yalnız Schliemann’ınkilere bir şey olmadı. Yer kıtlığından onunkileri yandaki başka bir ambara taşımışlardı. “Öyle ki 1863 yılının sonunda erişmeyi en ateşli hayallerimde bile hiçbir zaman ummayacağım bir servet edinmiştim.” Aynı yıllarda ancak onun verebileceği bir kararla “kendisini bilimsel araştırmalara vermek için” ticareti bıraktığını açıkladı..
Nasıl, tıpkı bir masal değil mi ? Düşünün,  büyük ekonomik başarıya ulaşmış bir adam, çocukluk rüyasının yolunda yürümek için ticaretinin bütün gemilerini ardından yakıyor ! Kafasında Homeros’tan başka yükü olmadan yola çıkıyordu.
Homeros, Schliemann’ın döneminde eski çağların saz ozanı olarak sayılırdı. Onun yaşayıp yaşamadığına  ilişkin kuşkular vardı. O çağın bilginleri, daha sonrakilerin Homeros’a “ilk savaş muhabiri” adını vermek cüretinden çok uzaktılar...Ve Schliemann, elinde İlyada destanıyla kırk altı yaşındayken Troya’yı aramaya başladı. Şimdiki adı Hisarlık olan yere geldiğinde Troya’yı bulduğuna inanıyordu. 1869’da Yunanlı bir kızla evlenmişti.Troya’yı bulma tutkusu kendisinden karısına da bulaşmıştı. 1870 nisanında kazılara başladı. 1871’de iki ay boyunca kazılar sürdü. Emrinde yüz kişi çalışıyordu...Tepe, kat kat soymak zorunda kaldığı dev bir soğana benziyordu. Bu katların her birinde de başka başka çağlarda insanların oturmuş oldukları görülüyordu. Uluslar yaşamışlar, ölmüşlerdi; kentler kurulmuş ve yeniden yokolmuştu; kılıç ve yangın olanca azgınlığını göstermişti. Bir uygarlık ötekinin yerine geçmişti ve boyuna bir ölüler kentinin üzerine bir diriler kenti kurulmuştu...Dokuz kent...Ama hangisi Homeros’un Troya’sıydı ?...
Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü katlarda yangın izleri ile dev toprak surlar ve çok büyük bir kapının yıkıntılarını buldu. Artık kuşkusu yoktu : bu surlar -destanda adı geçen- kral Priamos’un sarayını kuşatıyordu, bu kapı da Skaia kapısıydı ! Hazineler boldu, bilim bakımından hazineler....
1875’de sonuncu kazıya girişti. Sıcak bir günün sabahıydı. Schliemann karısıyla birlikte kazıları gözden geçiriyordu. Artık önemli bir şeyin çıkmayacağını düşünüyordu. 28 metre derinlikte, Priamos’un sarayı olarak varsaydığı duvarların üzerine gelmişlerdi. Ansızın bir şey gördü Schliemann...Kimbilir eğer güvenilmez işçileri onun görmüş olduğunu görselerdi ne yaparlardı ? Karısının kolunu yakaladı : “Altın!” diye fısıldadı. “Hemen işçileri evine yolla!” “Ama” diye başladı karısı...”Aması yok, onlara ne istersen uydur, bugün doğum günüm olduğunu söyle, unutmuşuz de, hepsine bir gün dinlenme verdiğimizi söyle Ama çabuk çabuk “ İşçiler uzaklaştılar. Schliemann “şalını getir” diye bağırdı ve çukura atladı..Fildişi donuk donuk ışıldıyor, altın şakırdıyordu. Karısı şalı tutuyor, şal paha biçilmez hazinelerle doluyordu. Priamos’un hazinesi ! Karanlık eski çağın en güçlü yöneticilerinden birinin altınları; göz yaşı ve kana bulaşmış, tanrı gibi insanların süsleri üç bin yıl gömüldükten ve yedi devletin yıkıntıları arasında yitip gittikten sonra gün ışığına çıkıyordu ! Schliemann hazineyi bulmuş olduğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden az önce onun coşkunluğunun sarhoşluğu içinde yanıldığı, Troya’nın ne ikinci , ne de üçüncü katta değil de alttan altıncı katta bulunduğu, hazinenin de Priamos’tan bin yıl daha eski bir kralın olduğu kanıtlanmıştır.
Karı koca  hırsızlar gibi hazineyi gizlice bir kulübeye taşıdılar. Sonra kaba saba bir tahta masanın üzerine bu mücevherlerin yığılması anı geldi. Bunlar taçlar ve tokalar, zincirler, plaklar ve düğmeler, teller, yılanlar ve sırmalardı...
Hazineyi nereye götüreceklerdi ? Buluntunun haberi sızdı. Schliemann serüvenli yollardan hazineyi karısının akrabaları yardımıyla Atina’ya, oradan da bir köye taşıdı, Schliemann’ın evine Türk elçisinin isteği üzerine el konduğu zaman memurlar hazineden kırıntı bulamadılar...
Hazine Berlin’e götürüldü. II. Dünya Savaşı sırasında kayboldu. Bugünlerde Rusya’da ortaya çıktığı söyleniyor...

W.Ceram

Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler
Remzi Yayınları, İstanbul 1982

Aristo (Alıntı)

 

Siyasal İnsan ile Demokratik Düzenin Koşulları Üstüne



İnsan doğası gereği siyasal bir hayvandır.” (1129)
«Doğa bütün insanlara toplumsal bir güdü vermiştir; bununla bir­likle, devleti ilk kuran iyiliklerin en büyüğünü yapmıştır. Çünkü in­san yetkinliğe eriştiği zaman hayvanların en iyisidir, ama yasadan ve adaletten ayrılınca en kötüsü olur; çünkü silâhlı adaletsizlik adaletsizliklerin en tehlikelisidir ve insan doğuştan —akıl ve er­demle kullanması gereken, fakat en kötü amaçlar için kullanabile­ceği— silâhlarla donatılmıştır. Bu yüzdendir ki, erdemi olmayınca, hayvanların en kirlisi, en vahşisi, en hırslısı ve en doymak bilmezi olur, Oysa adalet devlet içinde insanları birleştiren bağdır; neyin doğru olduğunun saptanması demek olan adaletin yürütülmesi de siyasal toplumda düzenin temelidir.» (1130)

“Meclisin herhangi bir üyesi, yalnız başına alınınca bilge olandan kuşkusuz aşağıdır. Fakat devlet bir çok bireyden oluşur. Ve nasıl, bir çok kimsenin giderine katıldığı bir şölen bir kişinin vereceği bir şölenden daha iyi olursa, kitle de bir çok şeyler üstüne herhangi bir tek kimseden daha iyi yargıya varır. Bundan başka, çokluk az­lıktan daha az bozulmaya elverişlidir; çok miktardaki suyun az bir sudan daha güç bozulduğu gibi” (1200)

“Şu halde, en iyi siyasal birliğin orta sınıf vatandaşlar tarafından kurulduğu ve orta sınıfı geniş olan devletlerin iyi yönetilmelerinin daha çok olasılık taşıdığı meydandadır. ... Bundan ötürü, vatandaş­ları orta derecede ve yeteri kadar mülk sahibi olan bir devletin iyi bahtlılığı büyüktür; çünkü halkın bir kısmının hiç, bir kısmının çok varlıklı olduğu yerlerde ya aşırı bir demokrasi veya koyu bir oligarşi oluşur ya da iki aşırılığın birinden, yani ya en taşkın de­mokrasiden ya da oligarşiden, tiranlık doğar; oysa ortacı anayasa­lardan ve benzerlerinden böyle bir şeyin doğması pek olası değil­dir. ... Demokrasiler oligarşilerden daha güvenli ve daha sürekli­dir, çünkü bunların daha geniş ve yönetimde daha büyük payı olan bir orta sınıfı vardır; oysa orta sınıfı olmayan ve yoksulların çok­luk olduğu yerde, çatışmalar ortaya çıkar, çok geçmeden de devle­tin sonu gelir.”  (1221-22)

“... yasaya bağlı demokrasilerde baş yerleri en iyi vatandaşlar tu­tar, demagoglar bulunmaz; oysa yasaların üstün olmadığı yerlerde her yandan demagoglar türer. Halk, bin başlı bir hükümdar olur ve çokluk, teker teker değil ortaklaşa olarak iktidarı elinde tutar... Böylelikle hükümdar olan ve yasanın denetimine girmeyen bu çeşit demokrasi, hükümdar gibi keyfî hareket etmeğe kalkar ve despotlaşır; dalkavuklar el üstünde tutulur.” (1212)
“Hükümet, şekillerinin çeşitli oluşunun nedeni, her devletin birçok unsurdan oluşmasıdır. Her şeyden önce, bütün devletlerin aileler­den meydana geldiğini ve vatandaşlar kalabalığından kimilerinin varlıklı, kimilerinin yoksul, kimilerinin de orta halli olduğunu gö­rürüz... Halkın bir kısmı çiftçilik, bazıları ticaret, bazıları zenaatla uğraşır. Ülkenin ileri gelenleri arasında da servet ve mülkiyet farkları vardır. ... Servet farklarından başka, düzey ve erdem farkları da vardır. ... Hükümeti meydana getiren parçalar, birbir­lerinden başka başka türlerden olduklarına göre, birbirinden başka çeşitle bir çok hükümet şekilleri olacağı da açıktır. Çünkü anayasa demek, çeşitli sınıfların gücüne, örneğin yoksul ya da varlıklı oluşlarına göre, ya da her ikisini de içinde taşıyan bir eşit­lik ilkesine göre, vatandaşların aralarında bölüştükleri iktidar mev­kilerinin düzenlenmesi demektir.” (1208)

“Devrimci duygunun ... evrensel ve başlıca nedeni ... insanlar, ken­dilerinden daha çok malı olanlarla eşit olduklarını sandıkları za­man, eşitlik isteği; ya da kendilerini başkalarından üstün sandık­ları zaman, aşağılarıyla aynı ya da onlardan az mala sahip olduk­ları düşüncesiyle, eşitsizlik ve üstünlük isteğidir. ... Oligarşilerde, kitleler, kendilerine adalete uygun davranılmadığı inancıyla, daha önce söylediğim gibi, eşit oldukları ama eşit pay almadıkları için devrim yaparlar; demokrasilerde ise ileri gelenler, eşit olmadıkları ama eşit pay aldıkları için baş kaldırırlar...” (1236-37)

MOĞOLLAR-SARI TEHLİKE

https://drive.google.com/file/d/1jbosXfTm3SLJgWd7SQDw878MnXWq2jmC/view?usp=share_link